Asyalı Ozan’ın Öykü Serüveni
Süleyman Ceran
Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin, edebiyatta ise derdin ve mesajın öncü isimlerindendir Metin Önal Mengüşoğlu. Mayıs ayı içinde altmış dördüne giren yazarın, liseden beri yazılarını ülke insanıyla paylaşmış bir entelektüel olduğunu, Kelime Dergisi gibi girişimleriyle de mücadele insanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bundan neredeyse kırk yıl önce yazdığı “Gâvur Kayırıcılar”daki hikâyelerinde mesaj vurgusu hâkim olduğu halde hâlâ canlılığını, diriliğini korur. Bu kitabın ilk öyküsü olan Ağabeyimin Dönüşü’nde yazar, ağabeyinin yanından ayrılan bir çocuğu tasvir eder. Tek kişilik bir somya, iki ucu açılmış kalem, Altın Horoz marka bir cep aynası, bir ayakkabı çekeceği, bir yığın boş kibrit kutusu ile yarımlanmış sigaralarla ayrılır çocuk. Homer ve Paris adında iki kişiyle tanışan kahramanımızın aralarındaki ilişki anlatılır. Hepsi bir somyadadır. Fukaralık diz boyudur. Üç kişinin bir yatakta nasıl yatabildiği, hangi ruh halleri içinde oldukları, küçük hareketliliklerin bir yatak içinde nasıl fırtınalar oluşturabileceğine kadar pek çok ruh iklimi bu kısa hikâyeye taşınır.
Mengüşoğlu aynı kitapta yer alan Âşık Ahmet öyküsünde, “İlim Çin’de ise get/ Hem başı yoluna kurban et!/ Gece gündüz cihat et/ Okut Kur’an evladına!” diye konuşturur Âşık Ahmet’i. Kur’an bilincine sahip bir âşık üzerinden, halk ağzı kullanarak doğrudan sokağa mesaj gönderir. Lafını eğip bükmez. Âşıklık töresinde ilmin yeri olmayacağına inanan bu insanlar üzerinden tarikatlara, tasavvufun ritüellerine temelden eleştiriler yönlendirir.
Dindarlık Zamanları’nda Ankara’dan 07.20’de kalkan Fırat Mototreni’ne binen üniversite öğrencisi Fethi ve Fehmi adlı iki kardeşin Elazığ’a yolculukları anlatılır. Kayseri’den ötesini görmemiş, geleneksel alışkanlıklarla karışık bir devrimcilik hassasiyetine sahip, “sola meyilli” bir kadınla gençler arasındaki diyaloglar enteresandır. Yolculuklarda gerçekleşen ve Kur’an’da anlatılan gemi yolcuları paralelinde anlatılan bir öyküdür Dindarlık Zamanları. Kısa yolculuklarda güvenlik endişesiyle dualar eden, birden dindarlıkları tutan halk kesimlerine dönük eleştirileri barındıran öykü, trenin bir inek sürüsüne çarpmasıyla hareketlenir. Ölmek üzere olan inekleri kesemeyen şok halindeki çobanın elinden alınan bıçakla kesilen hayvanlar anlatılırken böyle bir olayın yaşanmadığına dair tutulan tutanak da bürokratik devletin komiklikleri arasında yer alır.
Düş Çemberleri, Türkiye’de İslamcılığın en ciddi sorunlarından biri olan akrabalarla ilişkiler konusunu işler. Sivas gibi bir şehirde bile kendi babasının cenazesine Müslüman olmadığı için katılmayanları görmüş biri olarak bu öykünün ne denli gerçeği yansıttığını rahatlıkla söyleyebilirim. 17 yaşında olan Cevdet’in arkadaşları, onun babası için: “Hiç kuşkun olmasın arkadaşım, senin baban Müslüman.” cümlesini kurabiliyorlar. Liseden sonra üniversite için Ankara’ya gelen, fakülteyi terk eden, ailesini aramayıp türlü işlere girip çıkan Cevdet evlenmeye karar vermesi üzerine babasına mektup yazar. Hemen gelemeyeceklerini bildiren babanın “dünyalığımız yok” demesi ve henüz görmediği “müstakbel gelininin” gözlerinden öpmesi onu çok duygulandırır. Cevdet üzerinden, bu hikâyeyi okuyan pek çok kişi geçmişiyle hesaplaşır sanki.
İlk hikâye kitabının üzerinden 23 yıl geçtikten sonra Dr. S isimli öykü kitabını yayımlar Metin Önal Mengüşoğlu. İki bölümden oluşan kitabın ilk kısmı parça hikâyelerden oluşmakla birlikte Dr. S üzerine kurgulanmışken ikinci bölümde bağımsız dört öyküden oluşur. Dr. S, ilk başta düz bir hayat yaşayan, bencil, kararsız, korkak, sinirli, umutsuz bir insan olarak algılanır. Ömür boyu kaybetme korkusu taşıyacağı hiçbir şeye sahip olmak istemez. Sürekli kendini anlatır. Ufacık yalanlarla yaşamını avutmaya çalışan, yapmadıklarını yapmış gibi anlatan ve sonrasında buna kendisi de inanan, birkaç uyurgezerin alakasını yeterli gören bir insandır Dr. S. Bir üniversitede edebiyat bölümünde hocadır. Hayatta en değer verdiği şey ablası ve sevgili yeğenidir. Çantasında meslektaşları gibi kitap taşımaz onun yerine üç beş ceviz, aşık kemikleri, kesme şeker, misketler, resimli çıkartmalar ve bisküvi bulunur. “İnsanlık çocukluktur” cümlesi kendisine ait veciz bir ifadedir. Okuldan türlü gerekçelerle atılan Dr. S, savunmasında, “sanat ve edebiyat insanın samimiyet duygusunu öldürür” der ve devam eder: “Sanat yapmak, edebiyat yapmak, hep bir başkası olma denemeleridir; insan, başkası olmayı denerken, ne kadar samimi olabiliyorsa, sanatçı da o kadar samimidir. Sanat, ikiyüzlülüğü tam anlamıyla başarmaktır.” demektedir. Dr. S ile alakalı on iki öyküyü okuduktan sonra aslında onun, insanların bir vakitler sahip olduğu sonraları kendi kusurları yüzünden yitirdikleri özverinin, samimiyetin, paylaşımın “definecisi” olduğunu görürüz. Garipliği, farklılığı, yanlış anlaşılmaya müsait tarafı da belki buradan kaynaklanmaktadır.
Sosyal içeriği ile dikkat çeken Gâvur Kayırıcılar’dan iç muhasebesi yoğun ve yalnız Dr. S’ye geçiş yapan yazar, üçüncü öykü kitabı İstanbul Hikâyeleri’ni şu cümlelerle başlatır: “İkisi. Muhtaç ve Aciz. Biri Erzurum, biri Elâziz.” Yazar artık yalnız değildir. Yola iki kişi revan olurlar. Elazizli olan Metin Önal Mengüşoğlu, Erzurumlu olan ise Cahit Koytak’tır. Bu iki kişi, ellerimizden tutup pek çok kişiye rast getirirler, pek çok şiir söylerler. Arada ders vermeyi de ihmal etmezler hani. Harita Kırığı’nda Fethi Gemuhluoğlu belirir. Beyaz Çikolata’da ise adeta yıldız yağmuru yaşanır. Mahkemeye giden Üstad Necip Fazıl, Ayhan Işık, Sezai Karakoç bir metinde buluşurlar.
Are You Muslim’de, dini inancı sorulan bir turistle aralarında geçen diyaloglar taşınır. Boş, sormak için sorulmuş bir cümle değildir bu çünkü. “Sen fıtratından getirdiğin din/yol üzerinde misin hâlâ, yoksa kendine fıtratına yakın olmayan başka bir din/yol mu edindin? Belki de ailen, çevren toplumun seni istemeden fıtratına ters düşen bir yola mı savurdu?” diye devam eden diyalog bizi aslında halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde bile pek çok insanın soramadığı soruya yöneltir “Biz Müslüman mıyız?” Bu çarpıcı soru etrafında iz bırakarak ilerler cümleler.
Şehrin yüzü, hal dilinden anlayan ağzı varsa elbette ki elleri ve ayakları da olur. Sokrat Penceresi’nde şehrin eli ayağı olmaya talip olan Aciz ve Muhtaç bu sayfalardan sonra içinden akıp geçtikleri, demlendikleri, soluk alıp verdikleri, bakındıkları, hayran kaldıkları mekânları bir bir anlatırlar. Sahaflar Çarşısı, Bâyezid Camii, Samatya, Simkeş Camii, Dalyan Koyu, Fenerbahçe Burnu, Galata Köprüsü, Atasaray Hanı, Kadıköy Palas Pasajı, Selmanı Pak Caddesi ve daha neler neler…
İlk hikâyelerin üzerinden yıllar geçmiş, şiirle uğraşılmış, düşünce yazılarına ağırlık verilmiş, dergiler çıkarılmış, ticarete girişilmiş ve yaş ilerlemiştir artık. Mengüşoğlu’nun hikâye evreni olgunlaşmakta, dili sakinleşmektedir. Cami için “tapınak”, dua için “girişim” kelimelerini tercih eden yazar, bu kitabında “Sultanahmet Camii’nde en ön saflarda Allah’a ibadet ettiler” ifadesi paralelinde cümleler kurarak incitici kelimelerden uzaklaşır, muhalefet aynen devam eder ama. Park Otel’den Denize Bakmak isimli öyküsünde kütüphanesinde Müzekkin Nüfus, Kimya-yı Saadet, Ramuzu’l-Ehadis, Dua Mecmuaları ve Rabıta Risaleleri gibi eserler bulunan Talebe Birliği’nin kütüphanesine Seyyid Kutub, Abdülkadir Udeh, Hasan el-Benna, Mevdudi ve Muhammed Hamidullah gibi şahsiyetlerin kitaplarının yer aldığı koli götürürler siz de yaşanan şamataya şahit olursunuz.
Metin Önal Mengüşoğlu, hayatında çok önemli bir yer tutan M. Said Çekmegil’le hatıralarının ilk nüvesini bu kitaptaki “Limon Ağacım” adlı öyküsüyle verir. Birkaç yıl sonra Mengüşoğlu, “Bilge Terzi: M. Said Çekmegil” adlı eseriyle kadirşinaslığını gösterir. Terzihanesinde insanları dönüştürme adına ıslahatçı bir gayret süren Çekmegil’in yolundan giden yazar, Bursa’daki iplikçi dükkânında aynı şeyleri yapar. Aslında yazarın bu kitabında sık sık hatıralara yer vermesi kitabın niteliğini öykü olmaktan çıkarıp, hatırata yahut biyografiye yönlendirir. Belki de hepsinin ötesinde daha başka bir konumda durur bu eser. Rahmetli Alâeddin Özdenören’in de hatıra-hikâye kabilinden yazmış olduğu bir kitabı vardı: Unutulmuşluklar. Hatıraların kurgulanarak taşındığı nefis bir kitaptır o eser. Mengüşoğlu’nun İstanbul Hikâyeleri ile Alâeddin Özdenören’in Unutulmuşluklar’ının paralel okunması okur için benzer dönemleri anlamasına yardımcı olacaktır.
Aciz ve Muhtaç’ın hayatında başka biri daha vardır. Birkaç öyküde belirip kaybolur. Onları rahatsız eder, aralarını bozmaya çalışır. Değişik bir tiptir. İki arkadaşın üç buçuk yıllık yolculuklarını en derinden sarsan kişi de odur. Adı Mahrum. Türk Filmi öyküsünde anlatıldığına göre, öteki mahallenin en ünlü kişilerinden biri olmuştur daha genç yaşlarında. Aciz ve Muhtaç taa öbür mahalledeyken onu tanırlarmış ama anlaşmazlarmış; ruhları hiç uyuşmazmış. Şiir yazıp söyleyen, dergi çıkartan, herkese kafa tutan bir tipmiş Mahrum. Bu taraf mahalleye taşınınca fiyakası, cazibesi elbette artmış. Mahallenin en güzel mevkileri, en güzel evleri ve en güzel kızı onun olmuş. Camianın tüm gazetelerinin en güzel köşeleri onun olmuş. Biricik fetva makamı, lügazları çözen ve yazılarıyla yürekleri titreten o imiş. Yanından uzaklaşanların aklında hiçbir şey kalmıyormuş. Kimse bir şey anlamamasına rağmen “herhalde vardır bir hikmet” deyip, hallerin çözümünü zamana bırakıyorlarmış. Mahrum’un bu taraf mahalleye adım atar atmaz ilk işi Amentü’sünü yenilemekmiş. Gerçi daha sonra, “Ben Mahrum. Ben aslında eski benim. Ben amentümü filan değiştirmedim. Benim eski amentümle yeni amentüm aslında aynı şeydir.” demeye başlamış. Kibri arttıkça artmış, kendisine sunulan nimetleri tüketmeye devam etmiş ve bir gün “Ben sizin durduğunuz yerde durmuyorum.” diyerek daha bir işleri karıştırmış. Şiirlerini dinleyenlere, kendisini takip edenlere çok büyük yanlışlar, edepsizlikler yapmış. Edepsizliğin ne olduğunu merak edenler, kitabı temin edip okuyabilirler.
Mahrum’un yanlışı üzerine takipçilerinden bazıları daha önce ihmal ettikleri Aciz ve Mahcup’u arasalar da onları yerinde bulamazlar. İkili terk etmiştir oraları. İki dost, kendilerine yapılan haksızlığa karşın, öteki tarafta hesaplaşmayı tercih etmişlerdir. Burada bahsi geçen Mahrum, direkt İsmet Özel’i işaret eder. İsmet Özel’in İslami kesime dâhil olmasıyla birlikte bu camiaya ciddi emek harcamış pek çok kişinin ihmal edilmesi üzerine kaleme alınmış bir öyküdür Türk Filmi. Yazarın, öyküsünün adını “Türk Filmi” koyması, mini çaplarda pek çoğumuzun yaşamasından ötürü olabileceği gibi tipik Yeşilçam Sinemaları’nda işlenen ortak noktaların olmasından dolayı olabilir; belki de Mengüşoğlu seçtiği başlıkla, Özel’in “Türk”lüğünün künhüne vardığı son fikrî çıkışlarını tiye almıştır, kim bilir?
Metin Önal Mengüşoğlu’nun yayınlanmış üç öykü kitabı bile yazı dünyası açısından önemli veriler taşır. Ki O, “Asyalı Ozan” namıyla en çok şiirleriyle tanınmış, Düşünmek Farzdır gibi eserleriyle çarpmış, sarsmış, Vahiy ve Sanat gibi çalışmalarıyla da derin boşlukları doldurmaya girişmiş önemli bir muharrirdir. Türkiye’de yaşayan ve kendini İslami kimlikle ifade eden hiç kimse ona bigâne kalamaz ve pek çoğumuz üzerinde helalleşmeyi bekleyen bir hak taşımaktadır.
Kitâbiyat
MENGÜŞOĞLU, Metin Önal (1973), Gâvur Kayrıcılar, Beyan yayınları, İstanbul.
MENGÜŞOĞLU, Metin Önal (1996), Dr. S, Beyan yayınları, İstanbul.
MENGÜŞOĞLU, Metin Önal (2010), İstanbul Hikâyeleri, Okur Kitaplığı, İstanbul.
Tasfiye Dergisi, Nisan 2011 Sayı: 30, Sayfa: 26-29