Aykut Ertuğrul İle Söyleşi
1 Şubat 2012
AKİF HASAN KAYA
Aşkar’ın yazarlarından Aykut Ertuğrul, uzun yıllardır dergilerdeyayımladığı öykü birikimlerini kitaplaştırdı. ‘Keyfekader Kahvesi’ Okur Kitaplığı Yayınları arasında çıktı. Kendisiyle hem kitabı, hem de öyküyü konuştuk.
1-Kitaba ismini veren öykünüzle başlayalım. “Keyfekader Kahvesi” gerek kurgusu, gerekse biçim bakımından çok ilginç bir öykü. Masalsı bir havası da var. Tahkiye, modern, postmodern imkânları adeta harmanlamışsınız. Bu bağlamda, bu öykü deneysel bir öykü mü?
Sen de bilirsin ki sevgili Hasan Abi, öyküleri yazarken “şimdi yeni bir şey deneyeceğim, şöyle moderni postmoderni birbirine harmanlayıvereyim” filan demiyoruz pek. Kalemi elimize alıp yazmaya başladığımızda yazıyoruz sadece, teknik ayrıntıları umursamadan. Doğrusu da bu sanırım. Bu şerhden sonra, Keyfekader Kahvesi’nde modern unsurlar/teknikler olduğunu kabul edebilirim. Bir “büyük anlatı” hissiyatı, öykü zamanındaki sapmalar, işte yer yer bilinç akışı tekniğinin kullanılması, kahramanların tipolojisi açısından vs. Gelgelelim postmodern imkânlar nelerdir sorusuna benim verilecek çok da net bir cevabım yok. Postmodernizmin edebiyatımızdaki örnekleri nelerdir sorusuna olmadığı gibi. (Oyun-lu metinler kapsamında Gökdemir İhsan’ın Kurmaca Alıştırmaları ve Katakofti’si ve İhsan Oktay Anar’ın sıra dışı romanları haricinde)
Cevizci’nin felsefe sözlüğünde postmodern sanat anlayışının tanımına baktığımızda; postmodernizmin sanat için sanat, yüksek sanat kavramlarına karşı çıktığını, sanatla hayatın ayrı düşünülemeyeceğini, sanatla gündelik hayat arasındaki sınırların ortadan kaldırılması gerektiğini savunduğunu görürüz. Bir de şu: “Kodların karışımını yeğleyen bir üslup karışıklığı, hiç kuşku yok ki parodi, pastiş, ironi, oyun ve kültürün yüzeydeki sığlığının kutsanması, postmodern sanat anlayışının karakteristik özellikleri olarak ortaya çıkar.” Genel olarak postmodernizmin hakikatin parçalanmışlığına, öznelliğine hatta “yok”luğuna vurgu yaptığı da sıkça söylenir. Aslında bu konuda herkesin kafasının karışık olduğunu düşünüyorum. Mesela üst kurmaca (meta kurgu) ya da metinlerarasılık için kimi eleştirmenler modern tekniklerdir dese de postmodern diyenler de yok mu? Vasata razı arabulucularsa, bunları kullanan yazarları (Borges, Calvino, Auster, Eco, Atay vs.) postmodernist saymasa da, postmodernizmin işaretçileri olarak görüyorlar.
Belki kendi kafa karışıklığımdan dolayı etrafı toz duman görüyorumdur, geçelim. Bu öykü deneysel bir öykü mü? Yazılan her yeni öykü kadar… Yapılmamış şeyleri yaptığımı iddia edemem, ama her öykümde daha önce yapmadığım bir şeyi denemeye çalıştığım söylenebilir, bu da beni deneyselci yapmaz zaten.
2-Öykülerinizde fantastik ve büyülü gerçekçilik önemli bir yer tutuyor. Ne dersiniz?
Fantastik ve büyülü gerçekçilik başlığı altında toplanabilecek metinleri, bu türlerde eser veren yazarları hevesle takip ettim, ediyorum. Masalları, destanları, çeşitli kültürlerin mitlerini ezelden beri keyif alarak okudum; beslendim. Bu yüzden de önemli bir yer tutuyor öykülerimde. Neden sevdiğim, kapıldığım sorusunaysa verecek net bir cevabım yine yok, tek sebebi çocukluğumdan bugüne yaptığım savruk okumalar olabilir; kutsal bir sebebi olmadığı kesin. Böyle devam edecek mi dersen, azalarak, değişerek, evrilerek evet. Sürekli yeni şeyler okuyup yeni şeyler öğreniyoruz, bu da yeni sorumluluklar, yeni temalar, yeni alanlar demek.
3-Bir söyleşinizde, “öykü yazarken sorumluluklarım var” diyorsunuz. “Sanat ve hayat ayrı şeyler değil” diyor ve modern ile modern olma arasındaki farka değiniyorsunuz. Müslüman bir yazar olarak, öykünün bütün bu olup bitene verecek bir cevabı olduğuna inanıyor musunuz? Bu açıdan baktığımızda, öykü sizin açınızdan nasıl bir enstrüman?
Aslında o sorulara cevap verirken çok sıkılıyordum, ne yalan söyleyim bu soru için de aynı şeyleri hissediyorum. Kötü sorular olduğu için değil. Benim bilgimi görgümü aşan şeyler olduğu, beni bilgimi görgümü aşan şeyler söylemek durumunda bıraktığı için. Bu bitmemiş bir öyküyü, “ne yazıyorsun?” diye yanına yaklaşan dostunuza okumak/okutmak zorunda kalışınız gibi. Birkaç yıl öncesine kadar Müslüman bir yazar olmak, modernist olmak ya da olmamak –her ne kadar kendimi bir Müslüman olarak tanımlasam ve eserlerimin Müslüman bir zihinden çıktığına dair bir şüphe taşımasam da- bir hassasiyet olarak gündemimde yoktu. Yani hâlâ idrak etmeye, kavramaya, kendi konumumu belirlemeye çalışıyorum, bu yüzden söylediklerimle yaptıklarım, yaptıklarımla söylediklerim her zaman birbirini tutmuyor. Belki de bu böyledir, hep karmaşa içinde yaşayacağızdır da, bize mikrofon uzatıldığında kesin kararlarımız, standartlarımız, değişmez ideallerimiz varmış gibi davranmalıyızdır. Hakikati görmüş, ele geçirmiş, ona sahipmişiz gibi. Bilmiyorum. Bu büyük eve her birimiz doğal olarak el yordamıyla giriyoruz, yoklayarak, göremeden dokunarak ilerliyoruz. Bir körün yabancı bir evde dolaşması gibi. Öyle olduğu için de ellerimiz önce kaba hatlara, kapı kenarlarına, büyük mobilyalara vs. değiyor. İlk bakışta görünenlere, klişelere, kanonun kabullerine… Bir süre, karanlığa alışana kadar kapılıyoruz. Peki kanon / hâkim sanat görüşü ne diyor? Yani bu evden içeri gözlerimiz kapalı girdiğimizde ilk olarak nelere çarptık/çarpıyoruz:
1. Sanat araç değil bir amaçtır.
2. Sanat/sanatçı daima kusursuz muhaliftir.
3. Toplum için sanat yahut toplumsal gerçekçilik komiktir, alay edilesidir. Sanat bir ideolojiye ram edilemeyecek kadar kutsaldır.
4. Sanatın kendisi bilfiil bir ideolojidir.
5. Sanat kutsaldır, çok kutsaldır, en kutsaldır.
6. Sanatçı dahidir, sanat eseri özgün, eşsiz, değiştirilemez, müdahale edilemezdir.
Bir kalemde aklıma gelenleri sıraladım. Liste genişletilebilir rahatlıkla. Hakikat yani asıl hikâye, evin kaba hatlarında değil ayrıntıda gizli oysa; onun ruhunda, henüz dokunamadığımız kısımlarında. Kanonun dayattıklarından sıyrılabilmeli, İsmet Özel’in Üç Mesele’de bize önce zemini yoklamayı, gerekirse yok saymayı öğrettiği gibi, ön kabullerimizden kurtulup yaralarımızı sarmalıyız. Ondan sonra cevap vermeye, “enstrümanlarımızı” kullanmaya devam edebiliriz. Bunu halihazırda yapanlar var ama şu an ben cevap verebilecek kadar ilerlemiş değilim. Sadece hala evin içinde kaybolmadan dolaşmaya ve kendim-iz-e ait odayı bulmaya çalışıyorum.
4-Ay öykünüzün sonunda okuyucuya sürpriz yapıyorsunuz. Hz. Yusuf’u beklerken birden başka bir kahramanla karşılaşıveriyoruz. Bu tür teolojik bağlamı olan öyküleri yazarken tereddütleriniz oluyor mu?
Tereddütlerim oluyor evet, Dimyad’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak da var işin ucunda. Yani bildiğimiz kıssalara yeni bir boyut katmak, farklı bir açıdan okunmasına katkıda bulunmak isterken kelimeleriyle hakikatin üstünü örtenlerle bir safta gözümü açmak istemem. Ay öyküsünü yazılıp bittikten sonra bile yayımlamakta tereddüt ettim. Yanlış okumalarla acaba ayetleri tahrif ediyormuş gibi görünebilir miyim diye. Ama hayır vicdanımı yoklayınca öyle olmadığını gördüm. Bu öyküde Kur’an’ın mesajına aykırı bir durum söz konusu değil. Ölçü bu olmalı, bu olmasına çalışıyorum. Bu hassasiyet içinde kıssaları kendi bilgimiz oranında yeniden yorumlamakta bir beis görmüyorum. Ki yeniden yorumlama hep yeni şeyler söyleme mecburiyetini de doğurmuyor, mesajı çoğaltmak, yeniden söylemek de hikâyeye dâhil.
5-“Gazete” öyküsü kitabın en kısa öyküsü olmasına karşın, içerik ve sosyal gerçeklik anlamında en çok öne çıkan öykünüz bence. Bu öyküde, özellikle bir dönemin sorgulamasını görüyoruz. Bu tür öyküler yazan birkaç yazardan birisiniz. Öykünün bu konulara dil ve imkân olarak izin vermediği söylenir. Belki yazarlara zor geliyordur. Ne dersiniz?
Gazete öyküsünü kitabın sonuna koydum; bahsettiğin dikkatlerle yazdığım çok az öyküden biri olduğu, kendime ve okura verilmiş belli belirsiz bir söz hükmünü taşıdığı, bir işaret taşı görevi gördüğü için. Dil ve imkân olarak izin verme, vermeme meselesi tam olarak üçüncü soruya cevap verirken söylediğim gibi kanonik reflekslerle alakalı olabilir. Bakış açısıyla ilgili yani. Eagleton’un Edebiyat Kuramı’nda söylediği gibi; “Bazı metinler, edebi doğar, bazıları sonradan edebileşir, bazılarına ise sonradan edebilik dayatılır. (…) Edebiyatın hiçbir özü yoktur. Her türlü yazı “şiirsel” olarak okunabileceği gibi, eğer bir metni edebiyat olarak okumanın anlamı buysa ‘pragmatik olmayan’ bir tavırla da okunabilir. (…) İnsanlar bir esere bir yüzyılda felsefe sonraki yüzyılda ise edebiyat (ya da tersi) muamelesi yapabildikleri gibi, hangi yazıyı değerli buldukları konusunda da fikir değiştirebilirler.”
6-Yazarlığınız yalnızca öyküyle sınırlı değil. Aynı zamanda, öykünün sorunlarına da kafa yoruyor ve bu bağlamda da yazılar yazıyorsunuz. Kimi öykülerinizde de bu çabayı görmek mümkün. Bu çerçevede, öykünün geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Modern bir tür olan öykü hala genç sayılabilir -bunu da söylemesek ölürüz- Yüz yıllık bir tarihi ya var ya yok. Doğası gereği öykü de diğer türlerle daimi bir etkileşim halinde; biraz romanla çokça şiirle, kökü asırlara dayanan hikâyeyle, sinemayla… Ayrıca gelenekle ve çağ ile çağın dayattıkları, öğrettikleri, imkânlarıyla. Her çağ kendi dilini oluşturduğu gibi kendi türünü de oluşturur aslına bakarsan. Öykü bu hengâmede nasıl bir serüven izleyecek hangi mecralarda seyredecek, bunu söyleyebilmek kâhinlik olur ama öykülerin gittikçe kısaldığını, bunalım öyküleri denen bize 50 kuşağından miras bencil öykülere her geçen gün daha az meyledildiğini, daha kıvrak, daha kısa, parlak metinlere bundan sonra daha sık rastlayacağımızı düşünüyorum. Işığını düpedüz hayattan alan öyküler olacak bunlar, sırf bu yüzden kaba bir bakışla toplumsalcı bile sayılabilecek metinler. Öykü kısaldıkça zekâ gösterisi, absürde meyil, iğneli bir dil arayışı da giderek daha çok göze çarpacak. Denge, kıvam, sahicilik, ritim ve görüş gücü her zaman bir öyküyü öykü yapan unsurlar olmaya devam edecek ama.
7-“Sır” öykünüzde bir deveranı anlatıyorsunuz. Nedir bu dönüp duran? Öyküleriniz mi?
Kitaptaki başka bir öykü olan, Hata Benim, Borges’in bir öyküsünden aldığım şu epigrafla başlıyordu: “Herhangi bir yaşam istediği kadar uzun ya da karmaşık olsun tek bir andan oluşur aslında; kişinin kim olduğunu öğrendiği andan.” Bütün çabalamalar, komik hırslarımız, debelenmelerimiz tek bir an için aslında, ya da tek bir anda yok olsun için. Ve o tek an, zamanın (kendi zamanımızın) sonunda ya da belli bir noktasında değil. Aramakla bulunacak gibi değil yani. Her an yeniden yaratılan kâinat içinde her an yeri değişen, kavranamayan, kavranamadığı oranda yanıbaşımızda, parmakuçlarımızda olan hakikatten bahsediyorum. Kendilik bilgisi. Kendini bilmek. Sır öyküsünün kahramanı ihtiyar bilgenin ölümsüzlüğü ararken aslında aradığı şey bu bilgi belki de. Azrail’le yaptığı savaş, oynadığı oyun bunun için ve bizimkilerden farklı değil. Bir deveran evet. Çünkü aradığını bulduğunu sandığı an aslında başlangıç noktasına da geri dönmüş oluyor, hikâye başa sarıyor. Uğruna ömrünü adadığı, yıllarını harcadığı muhteşem an, aslında arayışıyla, emeği, ömrüyle büyüttüğü bir şey. O an, tüm o sözde enerjiyi kendi bünyesinde barındırıp bir pilin enerjiyi hapsetmesi gibi hapsediyor görünse de değil. O an, o anı oluşturan yıllardan oluşuyor. O an, bir ömür. Bir ömür, o an. Hakikatin yüzüne bakmaya hak kazandığı an. Oyunun başladığı, bilinmezlik sisinin çöktüğü, hiçlik anı/mertebesi. Dönüp duran o an, zaman, hakikat, biziz.
Aşkar Dergisi – 21. sayı – Ocak-Şubat-Mart 2012
http://www.edebistan.com/index.php/akifhasankaya/aykut-ertugrul-ile-soylesi/2012/02/