Aykut Ertuğrul’la “Keyfekader Kahvesi” ve öykü üzerine konuştuk

Aykut Ertuğrul’la “Keyfekader Kahvesi” ve öykü üzerine konuştuk

 15 Şubat 2012 Çarşamba

 

Aykut Ertuğrul’a ilk kitabı, öykü ve genel olarak yazmak üzerine sorular sorduk. Okuduğumda en azından benim için faydalı olan cevaplar verdi. Bu güzel cevaplar için bir kez de buradan teşekkür ediyorum kendisine.

Aykut Ertuğrul öyküsüne dair yeni şeyler öğrenmekle birlikte bu röportaj sürecinde bir şey daha öğrendim ki söylemeden geçmek olmaz. Dergiler ve dergilerin geleceği ile ilgili sorulardan sıkılmış Aykut Ertuğrul. Hak verdim tabi. Geçmişinde dergicilikle uğraşmış kişilerle röportaj yapacak olanları böylece uyarmış olalım. Aykut Ertuğrul da bundan sonra bu minvalde gelecek sorulardan kurtulmuş olur belki bu röportaj aracılığı ile. Benden söylemesi…

 

Keyfekader Kahvesi ilk kitabınız. Çıkalı hayli zaman oldu ama hayırlı olsun diyelim tekrar. Nasıl bir duygu kitap sahibi olmak? Bizde kitabı olmayan, yazardan sayılmaz pek. Böyle bir değişim hissettiniz mi? En azından başkalarının size bakışında…

Kitabım çıktığında Ardahan’daydım hala oradayım. Başkalarının bakışında bu yüzden pek değişiklik göremedim desem yeridir. Başkalarının bakışında değişiklik olmayacağı zaten kesin de, kitap çıktı diye benim başkalarının bakışlarını yorumlayış şeklim değişebilirdi. Bu tehlikeli bir durum. Sanrı mı deniyor buna? Olmayan bir şeyi olmuş, oluyor gibi görebilirdim yani. Sonuçta biraz eksik biraz fazla olmakla birlikte 200-300 kişinin eline alacağı bir nesneden bahsediyoruz değil mi?

Nereden baksan 5 yıllık bir emeğin meyvesi olması, emeklerimin bir meyve vermiş olması tabi sevindirici bir şey. Kitabı olmayanı yazardan saymayan biriyle karşılaştığında “ehem benim de var” diyebilmek anlık bir tatmin duygusu da yaşatıyor elbette. Ama uzun vadede ne bu tatmin duygusunun ne sanrıların bir hayrı olabilir insana.

Beni bundan sonrakileri yazmaya motive ettiği için önemli sayılabilir kitap. En önemli yanı da şu ki yazarlık yolculuğu sırasında insan bir gün içinde defalarca gelgitler yaşayabiliyor: Gerçekten yazıyor muyum? Yazdıklarım gerçekten edebi değeri olan şeyler mi? Kendimi kandırıyor olabilir miyim? Öykümü okuyanlar beğendi ama... Ya beni kırmamak için beğendiklerini söylemişlerse. Dergilerde yayımlandı. Bu vasat olmadığı anlamına gelmez. Neden yazıyorum? Bir Sait Faik, Feyyaz Kayacan, Nezihe Meriç, Sabahattin Ali, Bilge Karasu, Rasim Özdenören, Cemal Şakar olamayacaksan? Onlar yazmışlar zaten. Sen niye yazıyorsun ki? Sen de onlar gibi olabilirsin. Olamazsın. Olabilirsin. Olamazsın. Olabilirsin. Olamazsın…

Bu kitap şu anda küçük bir parçasını dillendirebildiğimiz bu kısırdöngüde, bu vehimler anında, elimi kuvvetlendiriyor, umudumu arttırıyor. Ama şunu da unutmamak lazım, hiçbir kitap, övgü vesaire bizi olduğumuzdan daha iyi bir yazar yapmayacak. Neysek oyuz. Kitaplı ya da kitapsız.

 

Kitaptaki öykülerde fantastik öğeler öne çıkıyor. Bu tercihin sebebi nedir?

Bu bir tercih mi? Bence değil. En azından öykü yazmaya başlarken yaptığımız bir tercih değil. Borges bir röportajında kendisine ustaları sorulduğunda  “şimdiye kadar okuyup okumadığım –benim dönemimden önceki tüm edebiyattan- ilham aldım. İsmini bilmediğim pek çok insana borçluyum. Her dil bizatihi edebi bir gelenektir” diyor. Genetik mevzuuna benziyor biraz bu durum. Kimden ne aldığını, ne kadar aldığını kestiremiyorsun. Mavi göz kimden, hangi atandan, kızıl saç hangisinden? Yazmaya, yazdığını idrak etmeye başladığında bir de bakmışsın ki okuduğun bazı kitaplar, yazarlar diğerlerinden daha fazla etkili olmuş üzerinde. Sadece kitaplar değil elbette, yalnızca senin kuşağını etkileyen bazı olaylar, kişiler; kendi kişisel tarihinde duydukların, yaşadıkların vesaire. Bu tip sorulara hep kaçak cevap veriyorum çünkü net cevaplar, genellemeler doğru şıkkı barındırmıyor içinde.

 

Kitabın arka kapak tanıtımında “Borgesyen büyülü gerçeklik”ten  söz ediliyor. Borges’e olan ilginiz nedir? Soruyu genişletirsek, Aykut Ertuğrul kimleri okur, kimlerden etkilenmiştir?

Biraz önceki iki soruda saydığım isimler ve daha başkaları... Borges’in sözünü tekrar etmeme gerek var mı? Bu sonsuzca uzatılabilecek ve en önemlisi de değişken bir liste. Etkilenme aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz bir taklit ve aşma çabası da aynı zamanda. İlk halkası hem dokunamayacağımz kadar uzak hem yekinsek kavuşacağımız kadar yakın olan o zincirin bir halkası olabilmek çabası.

Borges’le ilgili soruya gelince. Bu kör adam, öykünün anlamını değiştirmiş olduğu, sadece kendisinin yazabileceği metinlerle yepyeni bir yol açtığı, sağına ve soluna başka isimleri koyamayacağımız kadar müstesna bir okur ve yazar olduğu için öyküden bahseden hemen herkesi etkilemiştir. Etkileniyor, taklit ediyor, bu etkiden kurtulmaya çalışıyor, teslim oluyor, mücadele ediyoruz. Benim için de öyle oldu diyebilirim. Borgesyen bir etki var mı emin değilim ama bir kere Borges okudun mu, onun elleriyle hazırladığı labirentlerden birinde buluyorsun kendini ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Şimdi neredesin, neredeyiz? Bir Borges öyküsünde mi yoksa Borges’in de içinde olduğu başka bir öyküde mi?

Biraz klişe bir soru ama sizi yazmaya iten saiklere de değinelim biraz. Niçin yazıyorsunuz, yazı hayatınız nasıl başladı?

Dediğim gibi yazmayı becerebildiğimi düşündüğüm için sanırım. Yani öyle başladı. Bunlar zor sorular. Söylediğin gibi sıkça sorulduğu ve cevaplandırıldığı için soranların da, soru ve cevapları okuyanların da ne tür bir cevapla karşı karşıya kalacaklarını bildikleri türden. Kendimi bildim bileli elimde, dilimde, zihnimde kitaplar var. Ne kadar faydalı olduğunu bilemeyiz, ucuz numaralara sığınıyor da değilim. Bu benim için somut elle tutulur bir gerçek olduğu için söylüyorum. O kadar uzun süredir kitaplarla haşır neşirdim ki, bir süre sonra belki bunlardan bir tane de ben yazabilirim diye düşünmeye başladım galiba.  İlk öykülerimi o sırada üniversite öğrencisi olan kızkardeşim okudu. Beğenilmeme riskini tamamen ortadan kaldırmışım böylece ha? Niçin yazdığımı filan değil de cevabın bundan sonrasında eline yeni kalem alanları bekleyen en büyük tehlikeden bahsedeyim. Genç yazarın (breh breh breh) metnini önce kızkardeşine okutmasında bir sakınca yok ama bu kızkardeş halkasının dışında (bu halkaya kalem arkadaşları, hatalarına karşı körleşecek herkes dâhil) birilerini bulması şart. Eninde sonunda. Sağlıklı olan bu yani. Bir dergi tam da bunun için biçilmiş kaftan. Daha doğrusu iyi bir editör. Çünkü beraber oturup kalktığınız, çay içtiğiniz herkes (bu bir şair ya da yazar da olsa) kızkardeşleşmiş olabilir. Dostluk ve edebiyat insanı sersemleştirir, kızkardeşleştirir. Bu arada gevezeliğim için af dileyerek “kızkardeşleşmek” terimini Cihat Duman’dan çaldığımı belirteyim. O ne manada kullandı (sanırım yeni kitabının ismi olacak) bilmiyorum, kızkardeşleşmek için benim tanımım bu.

Kitapla ilgili olarak daha önce de yazmıştım: “Hep Aynı Bank” isimli öyküde “feysbuk” kelimesi geçiyor. İlk gördüğünde şaşırıyor insan. “Feysbuk” kelimesi bir öyküde kullanılamazmış gibi.  Bunu önemsemiştim bu yüzden, gündelik hayatımızda bu kadar çok yer kaplayan bir şeyin öyküde kendine yer bulması bana göre öykünün hayattan ne derece beslendiğinin kanıtı. Bu kelimeyi öyküde kullanırken bir tuhaflık hissettiniz mi siz de? Öykülerinizde gündelik hayattan bir şeyler katmaya çalışıyor musunuz özellikle?

 

Özel bir çaba değil ama senin de söylediğin gibi öykü hayattan besleniyorsa sonuç kaçınılmazlaşıyor. Asıl mesele de yazdığın öykünün nereden beslendiği zaten. Hani İsmet Özel’in bir sözü vardı; şair şiiri neresiyle yazarsa, okur da orasıyla okur diye. Tam olarak böyle miydi? Kelimesi kelimesine hatırlamasam da mealen böyleydi. Yani mesela kendi bunalımlı iç dünyasının koridorlarından çıkamayanlar, elbette öykülerinde alışıldık, klişe bunalımları tekrar tekrar yazacak, biçimsel oyunlarla bu ruhsuz kevaşeyi alımlı göstermeye çalışmaya devam edecekler. Yazar kendi özel okurunu yaratmalıdır filan diye de bu boyamacılığı mazur göstermeye kalkacaklar. Oysa öykücü –tamam bu da klişe olacak ama- çağının tanığı aynı zamanda çocuğudur. Zamanın ruhunu kavramak, tüm arızi durumları da dâhil dillendirmek görevidir. Bunun için öykücü “ben”i sadece kendi içine değil etrafına da bakmak ve görmek zorundadır. Bugünlerde sağımız solumuz, elimiz ayağımız Facebook, Twitter vesaire olmadı mı? Sen bu soruları bana Facebook’tan göndermedin mi?

 

“Kusursuz Sessizlik”, kitapta en beğendiğim öykülerden biri. Güzel bir üstkurmaca… Bir yazarın yarattığı kahraman ile olan ilişkisi anlatılıyor, olaylar bir gece karakterin evde yakalanması ile başlıyor. Buradan hareketle; “Öyküyü, romanı bitirene kadar oradaki kahramanlarla yaşıyorum” diyen yazarlar var, sizin için de böyle bir durum söz konusu mu?

Yazabilmek için ihtiyacımız olan en önemli şey, bir süreliğine kendi öykümüzün karakterlerinden biri olmak değil mi zaten. İçinde sizin kurguladığınız karakterlerin yaşadığı yeni bir dünya hayal etmek ve o dünyada yaşıyor olduğuna inanmak hatta. Bir yazar olarak değil, bir karakter olarak orada bulunmak. Witgenştayn’ın oyun teorisinde söylediği gibi, oyuna girmeden oyun hakkında konuşamazsınız.

 

Son olarak söylemek istediğiniz bir şey?

Sorular ve ilgin için teşekkürler.

 

Görkem Evci sordu

http://www.dunyabizim.com/manset/8712/aykut-ertugrul-neden-yaziyor.html