Her şey hakkında bir öyküsü var!
Öykülerini Her Şey Hakkında Bir Öykü adıyla kitaplaştıran Kâmil Yıldız ile öykü anlayışını ve öykülerini konuştuk…
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Kâmil Yıldız öykülerini Dergâh, İkindi Yağmuru ve Derkenar dergilerinde yayınlamıştı ve şimdi bu öykülerini Her Şey Hakkında Bir Öykü adıyla kitaplaştırdı. Kitap, Okur Kitaplığı'ndan çıktı.
Kâmil Yıldız sadece öykü yazan bir kalem değil; öykü üzerine düşünen ve bu düşüncelerini kuramsal bir kimlikle okuruna sunan bir kalem… Uzun zamandır Dergâh’ta devam ettirdiği öykü üzerine nitelikli yazılarını da kitaplaştıracak yakın zamanda.
Biz de Kâmil Yıldız ile hem öykülerini hem de öykü üzerine düşüncelerini konuştuk.
Öykülerinizde acelesi olan, sıkıntısı olan, hep bir yerlere dert anlatmaya çalışan insanları işliyorsunuz. Yaşadığımız hayatın neresine denk düşüyor öykü kahramanlarınız?
Öykü kişilerinin konuşkanlığı –ki bazen bu kaçınılmaz biçimde kesin bir susma isteğini de barındırır- telaşın eşlik ettiği ya da tetiklediği bir konuşkanlık gibi görülebilir; bu konuşkan öznelerin “dert”leri belirsizdir. Fazla mı izaha girişmiş oluyorum; ama şu kadarını söyleyeyim “arzu ve kaygı” belirsizlik üstünde; “talep ve korku” ise belli nesnelere yönelik oluşurlar. Öyle görülüyor ki buradaki kişilerin bir talep ve korkudan ziyade arzu ve kaygılarından kaynaklı “dert”leri vardır. Dolayısıyla kendine dönük konuşma eylemi. Sadece söz.
Her konuşma bir başkasını gerektiriyor, bir okuru kuşkusuz. Ancak gerçek bir konuşma, yani eğer birisinin gerçekten konuşmasını istiyorsak, bir okur olarak birinin konuşmasını istiyorsak, o halde bu konuşma bir başkası için olmayacaktır; okur merkezli değil bu yüzden.
Hayatın anlamını çözmek, kişinin kendini anlamlı bulmasıyla ilgili görünüyor; ve hiç kimse tek başına bir anlama sahip değildir. Bu dosyayı oluşturan öyküler gibi dışarıda olanı, hayatı ve onun tekrar kurularak anlatımını içermeyen, bu nedenle onu dışta tutan ve “kişi”leri o dışarıda olanla karşı karşıya getiren öyküler tek başınalığın çıkmazına denk düşüyor. Bir bunalım mı bu? Ya da bu çıkmazlar, sıkıntılar neye yarar? Bence hiçbir işe yaramazlar. Asıl unutulmaması gereken “dile getiriş”tir çünkü.
‘Nedircik Yavruları’ adlı öykünüzde kahraman, “rahatınızı kaçırmak istemezdim” diyor ama anlattıkları ile, rahatı kaçan insanlar daha doğrusu onun sıkıntısıyla rahatını bozacak insanlar aradığını söylüyor. Öykücü insanların rahatını bozmak için mi vardır? Duyarsız mıyız olup bitene?
Rahatımız kaçtığı zaman, bu mümkünse eğer, özellikle bunu bir öykü başarabilirse –ki bana pek olanaklı görünmüyor- artık bir “feveran ve nöbet”e yakalandık demektir. Yani insanın en kavrayışlı olduğu yere, âna… Oysa bir öykü bunları sağlayamaz, bunlardan doğabilir, benzer temasları olanlarca karşılık bulabilir… Ama okurun rahatını bozmak; bu kasıtlı eylem, kasıtlı bunalım öykünün amacı olamaz. Öte yandan bu öykülerde huzursuz ve karamsar bir havanın olduğu söylenebilir; bu kısmen doğrudur. Niçin kısmen, bunu okurlara bırakmalı.
Neden öykü? Öykünün sizdeki karşılığı nedir? Öykücünün derdi nedir, niçin anlatır?
Böyle bir ayrım, yani sadece öykücüye ait bir dert ya da anlatma zorunluluğu yoktur kanaatindeyim. Varlık’ın (insanın) kavrayış dereceleri, tanıma durumları ve bunların doğurduğu çok temel meseleler vardır ve bu ortaktır. Daha alt düzeylerdeki farklılıklar ikincil, tarihsel sorunlardır. Bu bakımdan öykünün kişisel ve hayatî olan yönü tarih dışı, kapalı, deneysel, kimi zaman çılgınca görünebilir; bu ayrı bir bahistir. Diğer yandan ‘şimdi’yi, burada olanı ihmal etmeyeceğinden –ki çok kere bunda takılıp kalabilir- hayata açılan, soran, tartışan daha açık bir yönü olacaktır. Bu da bir başka konu.
Öykünün günümüzdeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Şiir, özellikle roman karşısında öykü tutunamıyor mu?
Öykü, temel anlatım biçimidir; şiir gibi kadimdir. Öykü için de diğer türler için de hiçbir kaygı taşımıyorum; öykü hep var olacaktır. Bugünkü durumu, genel durumun –sanat ve felsefede sığlaşmanın- sonucu olarak olumsuz görünebilir; işler günümüzde bir oyuna dönüşmek hevesindedir ve bu oyun ilkel insanların “kutsal/döngüsel zaman”larındaki oyunlarla mukayese edilecek bir şey değildir. Bugünkü oyun ciddi bir yüzeyselliğin, zayıf kişiliklerin, kısaca ayaktakımının oyunudur. Yazmak ve anlatmak oyun değildir; en azından bugünlerin oyunu değildir.
Fakat bu söylediklerim –oyun, yüzeyselleşme gibi suçlamalar bir somutluğa muhtaç ve bunu yazılarımla yapmaya çalışıyorum. Yakın okumayı hak eden, bu yakın okumaya dayanan, çabucak çökmeyen, gevezeliklerinden kurtulmuş her hikâye iyi öyküdür. Bu tür öyküler dün de yazıldı, bugün de yazılıyor; fakat gerçekten de seksen sonrası ciddi bir eleştirel okumadan geçirilmelidir. Öykünün tutunup tutunmama meselesi öykücü için –eğer o bir fırsat düşkünü değilse- ehemmiyetsizdir. Öykü romandan önce ve şiirle birliktedir.
Öyküleriniz, öykü üzerine eleştirel yazılarınızla kol kola ilerliyor. Kendinizi öykücü olarak mı görüyorsunuz eleştirmen olarak mı?
Öykü yazan ve aynı zamanda yaptığı okumaları da paylaşan biri olarak görüyorum kendimi; yani eleştirmen değilim. Eleştiri adı altında denemeler, deneme adı altında da tanıtım yazıları yazılabiliyor. Ben felsefe ve şiirden güç alan bir eleştiriden yanayım, buna ihtiyaç duyduğumuza inanıyorum; zira her şeyin çapı genişlemeli ve her soruyu derinleştirmeliyiz. Metafizik gevezeliklerden söz etmiyorum bunları söylerken; severek okumalı, anlamalı, az yazmalı, sonra sonuçları paylaşmalıyız, okumalarımızı paylaşmalıyız, diyorum.
Öykü üzerine yazdığınız yetkin eleştiri yazılarınız da kitaplaşacak mı?
Elbette, onları bir dosya olarak düşünmüştüm. Sanırım bir yazı daha ilave ederek tamamlayacağım.
Her öykücünün etkilendiği, örnek aldığı ustalar vardır. Sizin ustalarınız kimler?
Ustalar hep eski ustalardır, diyerek başlayayım. Bazı kesin öğrenmelerim oldu kimi yazarlardan, tabii burada öyküyü esas alıyorum. Kompozisyon sağlamlığını Ömer Seyfettin’den öğrenmek mümkün. A. Hamdi Tanpınar’ın hikâyeleri öyle sanıyorum ki bugün de öykümüzü etkilemektedir. Bir atmosfer yaratmanın, başka bir iklim kurmanın, muhayyilenin ne demek olduğunu; her pasaja sirayet eden şiiri (esrik ve derinlikli olanı) görmek, tanımak mümkündür Tanpınar’da. Bir zirve olarak Tanpınar hikâyesi sapasağlam durmaktadır, diğer işleri gibi.
Oğuz Atay’dan konuşkan öznenin gücünü, nerede ne işe yarayabileceğini, eleştirinin katılığını ironiyle yumuşatmanın nasıl olabileceğini, severek anlatmayı; Memduh Şevket Esendal’da müstehzi ve sevimli karakterleri, bunların hayat anlarını, müşfik anları, dolayısıyla sevimli ve sıcak bir hikâyenin nasıl kurulabileceğini görmek mümkün. Haldun Taner’i unutmamalı. Nedense ironisi, ayrıntılara dikkati ve yazmayı tutkulu kılacak hoş bir tarafı var H. Taner’in. (Galiba bendeki en büyük etkisi yazma isteğimi güçlendirmesi oldu.)
Sonra önemli bir mesele olarak insanı yargılamaksızın ele almak, aslında iyinin ve kötünün ötesinde bir bakış yakalamanın gerekliliğini Mustafa Kutlu hikâyelerinden çıkardım. Bunlar ve daha başkalarından öğrendiklerimi uyguladığımı, bunu doğrudan yaptığımı söyleyemem; çok dolaylı yollardan bunun izleri görünebilir. Birçok isim de sıralanabilir, çünkü hikâyemiz öyle zavallıca bir hikâye değildir; öykümüzden emin olmalıyız. Ömer Seyfettin gerçekten az bir şey değildir; 50’li yıllar sonrası etkisi az olsa da bu böyledir. ‘50 kuşağının hikâyecilerinden öğrendiğim ise şu oldu: klasik hikâyelemenin yetmediği duyuş/bilinç anları olabilir. Bu durumda öykü cümlesini yeniden şekillendirmek gerekebilir. Orhan Duru’nun halk anlatılarına, Kabusname çevirilerine dönmesi bundandı. Bunu hesaba katmalı. Sonuçlar ayrı bir konudur.
80’li yıllardan sonra öykünün hem anlatım biçimi hem içeriği değişti. Daha kapalı, kendi içine dönük bir öykü anlayışı –Ömer Lekesiz’in ifadesiyle anlatım kişisi olarak ve içerik olarak ‘ben’cil öykü’- başladı. Bugün gelinen noktada öykücülerimizin aynı ben’cil dille ürün vermeleri devam ediyor. Öykücülüğümüz için bu bir kısır döngü müdür?
Benim için öykü her şeyden önce bir “ses” sahibi olmaktır/ses talebidir; bir dili “icra” etmektir. Öykü içerik düzeyinde ne olursa olsun temel koşul olarak falsosu az bir dil icrası olduğunda, bir derinlik de kazanır ve bu derinlik “ben”i aşar; başka ben’lerle buluşur. Bugün için öykü dil’e, derinliğe, iyinin ve kötünün üstünde bir yerde durmaya özen göstermelidir. “benöykü” ile “bencilöykü” arasındaki ayrım, netleştirilip somut örneklerle açıklanmamıştır. Bir şeylerden bıkmış okur ve bir şeylerden bıkmış yazarlar vardır. Doğrusu ikisiyle de ilgilenmiyorum.
Öykücünün başucu kitapları diye bir liste olsaydı, içinde sizce hangi kitaplar olmalıdır?
Kitaplardan ziyade bir iki ismi anmak isterim: Tanburî Cemil Bey, Ahmet Haşim ve Tanpınar.
Öyküde biçimsel ve deneysel arayışları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu arayış, öykücülüğümüzün damarlarını geliştirme adına bir fırsat mıdır? Deneysel olmanın bir sınırından söz edilebilir mi?
Öykü için sınırlar olmaz, bir hudut çizilemez; onun kendi fark edişleri, aydınlanmaları, uçuş anları, esrik zamanları vardır. Deneysel olan kendini biraz da mecbur kılar; bu, öykünün gelişmesi, daha iyi bir yere geleceği açısından ele alınabilir mi? Sanmıyorum. Çağımız şiirin, felsefenin geri çekildiği; kitlelerin nihilizme gömüldüğü bir çağdır. Tek başımıza bir anlamımız da olmadığı için yine bu çağda bir başkasında görünmek üzere bir şey yaparız; işte güçleşen şey budur – kayıtsızlık ve Ece Ayhan’a uyarak söylersek örgütlü sorumsuzluk/kötülük çağında güçtür bu. Öykü kimin umurunda?
Bu yüzden öyküyle uğraşan kişilerin öykü üzerine –mutlaka diğer alanlarla bağlantılar kurarak- düşünmeleri gerekiyor. Karıştırıyor muyuz bilmiyorum; bildiğim, yeteneğimizin yönü nereye doğruysa peşinden gidelim; ister uç noktalarda deneysel –ki uç nokta mı kaldı?-, ister bencilliğin doruklarında, ister hayatı selamlayan neşe dolu yahut yine hayata karşı eleştirel; ister biçimci, ister özcü olsun; sorun şudur: dürüst müyüz? Yeteneğimizin yönü neresi?
Yılmaz Yılmaz konuştu
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3574