İstanbul Hikâyeleri - Metin Önal Mengüşoğlu
Öykü
23 Şubat 2011
İstanbul’un bakımsız sokaklarında başladığınız bir yolculuk, kapalı çarşı içlerinden sahaflar çarşısına yönelişlerle şekilleniyorsa ve ille de merak ediyorsanız çınaraltı sohbetlerini 40/50 kuşağının… Arayıp bulmak geliyorsa içinizden o meşhur çınarı… Başladığınız bulmaca emin olun bitmeyecektir; çünkü ortada ne bir adres ne de asırlık bir çınar mevcut! Meşhur çınar altı sohbetleri, boğaza nazır bir köşecikte salınaduran bir atkestanesinin altında yapıladursun; biz devam edelim yolculuğumuza.
Okur kitaplığı, yine ismi hoş gelen bir kitapla karşımızda. Kitap kafelerden birinde ille de İstanbul kitapları reyonunu gezerken almadan geçemiyorsunuz kapağına aldanıp. Kız kulesi, martılar ve bir akşamüzerinin sonsuz renk cümbüşü yanında, ismi ile sizi kendine müptela kılıyor önce; alıyorsunuz kitabı. Akşam, evde yine annenizin “yeter artıkkk; bütün harçlıklarını kitaba mı vereceksin” çığlıklarını duymamak için, hemen kütüphanenizin diğer kitapları arasına sıkıştırıyorsunuz, gece herkes uyuduktan sonraki okumalara saklıyorsunuz vuslatınızı.
Ve gece. Herkes uykuda. İn ve cin... Hatta sokak ve kaldırımlar. Sokak lambası bile söndü. Sanırım sönmedi, patlattı haylaz delikanlılar, olsun, buna da şükür hâlâ yakalanmadınız ne de olsa. Kitap lambanız özenle yatağın altından çıkarılıyor ve kitap da saklandığı dolaptan. İşte mekân, işte zaman. Nerde kalmıştık yolculuğumuza?
Muhtaç ve Aziz adlı iki kafadar Metin Önal’ın kaleminden İstanbul yolculuğumuzda bize eşlik ediyorlar ‘İstanbul Hikâyeleri’ adlı kitapta. Yazar, 115 sayfalık kitabını harita kırığı, beyaz çikolata, yüzü yaralı kız, hamalbaşı Ramazan, are you a muslim, Sokrat penceresi, sokak senaryosu, çatal yürekli yiğitler, Mahrum, Park Otel’den denize bakmak, Memed’in sapsız baltası, limon ağacım ve Türk filmi başlıklarıyla 13 hizbe ayırmış. Kitabı ilk kolaçan ettiğinizde, ayrı ayrı 13 hikâye okuyacağınızı sanıp siz de benim gibi aldanıyorsunuz aslına bakarsanız. Uzun soluklu sayılabilecek yolculuğunuzun ilerleyen dakikalarında, aslında parçaların da tıpkı günün; sabahı, öğlesi, ikindisi, akşamı ve gecesi olduğu gibi bölümleri olduğunu anlıyorsunuz. Hikâye tek. Ve aslında son hikâyedeki kuşu yakalamak için son sayfaya tırmanma çabalarınız elinizdeki kuşu boğmanıza sebep oluyor en sonunda…
Ellerindeki bir kısmı eksik “Harita Kırığı” ile sahaflar çarşısından dümdüz devam ediyorlar hayata. “İkisi. Muhtaç ve Aziz. Biri Erzurum biri Elaziz.” Karakoç’un kaleminden fırlayıp ortalığa serilen eşya, kitapta insana hürmeti telkin eden ince nüanslarla betimleniyor. Muhtaç ve Aziz yürüyor, birileri takip ediyor onları bu yolculukta. Elbette siz ve ben.
Ara sıra yanımızda üstatlar beliriyor, şaşırıyoruz; tarihin solmayan sayfaları arasında yaşıyoruz, sanki uzansak dokunacakmışız hissi doluyor içimizin mabetlerine. Derin bir nefes alsak hepsi uçacak diye korkuyor; tutuyoruz nefeslerimizi. Allah’ım ne kadar da gerçekler! Fethi Gemuhluoğlu, Cemal Süreyya. Karakoç da burada, Necip Fazıl da. Ayhan ışık’ı da unutmamış yazar ve ille de zamanın delikanlı rüyası Yılmaz Güney’i. Muhtaç ve Aziz. Biri onun gibi yürüyor, biri onun gibi bakıyor ama ikisi de onun gibi mi giyinmiş? Bu yüzden mi kaybetmiyoruz yolumuzu bu kalabalıkta?
Önce Fazıl’ı görüyorlar karşı kıyısında caddenin. Aciz üzgün; Muhtaç’ın cismi ve ismi burada, ruhu yok ortalıkta! “İçine düşen kurdun çürüttüğü yerleri temizlemek için bir hayli su ve sabun gerekmektedir şimdi.” Adliye kapısında iniyor taksiden üstat. “Ahh!” çekiyor derinden Aciz; Muhtaç duymuyor.
Galata kenarında, moladayız şimdi. Biz, Aciz ve Muhtaç. Üçümüz. “Cennette dondurma ve bisküvit isteyeceğim ilkin” çocukluk hatıralarına, bir gençlik isteği ekleniyor: “Beyaz çikolata!”. “Hayal ve hayat dünyasındaki harmanda olup bitenler ortalığı toza dumana buluyor.” Kısa kesiyoruz.
Dönüp dolaştığımız onca yerden sonra tekrar sahaflar. “Bize ömrümüz boyunca hiçbir nimetin veremeyeceği lezzeti ikram eden kitaplar arasında. Beyaz çikolatadan bile öte” diyor Aciz. Sahaflarda başlayan bu yolculuk 13 hizbde İstanbul’u karış karış gezdiriyor hepimize. Kitap bittiğinde ayaklarımıza kara sular, gözlerimize ağrılar iniyor, uyuyakalıyoruz. Sabaha az kalmıştı oysa!
İstanbul Hikâyeleri / Okur kitaplığı/ II. baskı İstanbul Mayıs 2010