İtaatsiz Deniz Kabukları
Çay damlaları tevhidi nasıl anlatır?
Meczup Mustafa çayını içmeden evvel, kaşığına birkaç damla çay alır sonra kaşığın içindekileri bardağa boşaltarak güler eğlenirmiş.
27 Mart 2011 Pazar 14:45
Suleyha Şişman
Sâlik meczuba Dolanınca
Yılmaz Yılmaz'ın öykü kitabını okudum: Sâlik Yola Düşünce. Bana sorsalar en çok hangi öyküyü beğendin diye hemen net bir cevap veremem. (Sanırım “Sis”.) Ama her halde bu kitap hep aklıma sâlikin yolu, dervişin keşkülü, şeyhin himmetini getirecek. Ayrıca ilk tahlilde en çok hoşuma giden bölümü aktarabilirim. Şimdi gündem Zeki Bulduk’un Müstesna Deliler Albümü iken... Tesadüf. Benim dikkatimi çeken de Yılmaz Yılmaz’ın kitabındaki meczup Mustafa oldu.
“Ey dil bize ver bir haber/ Aşk ellerine kim gider?”
Meczup Mustafa derler bir müstesna güzel varmış. Çayını içmeden evvel, kaşığına birkaç damla çay alır sonra kaşığı yan çevirip içindekileri bardağa boşaltarak güler eğlenirmiş. Yani meczup damlaların çaya kavuşma sevincini temaşa edermiş. Bir başka ifadeyle kendi eliyle bir vuslat hikâyesi yazar, yönetirmiş. Başkahraman: Gülen damlalar. Tam burada dilime bir ilahi dolandı: “Bu aşk bir bahr-i ummandır/ Buna hadd ü kenar olmaz.” Muhabbetle titredim.
Derviş Muhyeddin vardır. Onun bir kıtası: “Muhyeddinem dervişem/ Hak yoluna girmişem/ On sekiz bin âlemi/ Bir zerrede görmüşem” Akaid dersinde hocam bu dörtlüğü ehadiyet tecellisini anlatırken söylemişti. Öyle bir şey ki bir noktada mahpus ilmi görmek gibi. Öyle bir şey ki tırnağının üzerinde semavatı seyretmek gibi. Çok mucizevî, pek hayretengiz. Bir zerrenin âlemi kuşatması... Ola ki bizim Meczup Mustafa da sınırı olmayan bahr-i ummanı, ince bellinin içine sığdırmış. Çay yudumu ummana tekrardan dalınca, sahil-i selamettir deyu sevince gark olurmuş.
İşte bu da bir aşk hikâyesi en latifinden. Bir de şimdi beyatî yürük semaîden söz etmeli.
Gül yüzlülerin şevkine gel, nuş edelim mey aman aman
İşret edelim yar ile şimdi, demidir hey aman aman
Bu kavli sürahi eğilip sagara söylere, ne der
Dümderela dir, na tene dir, na tenedir hey
Mecliste çalındı yine tambur ile neyler hey aman aman
Aşık-ı biçarelerin gönlünü eyler
Daire semai tutarak ney meye söyler, ne der
Dümderela dir, na tene dir, na tenedir hey
Mecliste durur cümle ayağ üstüne beyler hey aman aman
İçin içelim deyu komuş başına eller
Bu savtı okur güya bülbül-i olur her dil
Dümderela dir, na tene dir, na tenedir hey
Gerçek manada deliler anlıyor
Orada bir sır vardır nûş edilen, daire semaî tutarken -düm tek tek- neyin meye söylediği bir sır vardır. Bir de kavl-i sürahinin eğilip sagara söylediği. Artık kuş dili mi, âşık lisanı mı bilmem, şöyle icra ederler: dümderela dir na tene dir, na tenedir mey aman aman... Bunu okuyan okuyor, dinleyen dinliyor da sanırım bundan gerçek manada bir deliler anlıyor. Sahi o çay damlası tevhide gelince Meczup Mustafa’ya ne demişti?
Meczup Mustafa “Tam yedi şeker attı yine çayına. Karıştırdı, karıştırdı. Çay kaşığını daldırıp çıkardı. Kepçeyle alır gibi çay aldı kaşığına, üç dört parmak kadar kaldırdı çayın üstünden kaşığı. Azar azar döktü kaşıktaki çayı bardağa. Kaşıktaki çay parça parça döküldükçe geniş bir gülümseme kaplıyordu suratını. Küçük kıpırtılarla dökülüyordu çay. Her çay damlası bardağa kavuştuğunda Mustafa’yı tarifi imkânsız bir rahatlama alıyordu. Dişleri görünene kadar gülüyordu. Kirli, sarı ile kahverengi karışımı pis bir rengi vardı dişlerinin.”
Her ruh bir parçadır aslında
Mustafa’ya şunu dedirtmişti: “Her ruh bir parçadır, aslında. Tıpkı içtiğim çayın parçaları gibi. Bak nasıl da sevinçle düşüyor her damla bardağa. Ya ayrı kalınca, tek başına olunca nasıl da soğuk ve tatsız. Varlığının buraya ait olmadığını biliyor ruh. Biliyor da gözünü semaya dikiyor işte. Feryadını ne sen duyarsın ne ben.”
Deniz kabukları emre itaat etmezler
Oysa deniz kabuklarını kulağımıza dayadığımızda hepimiz onların feryad ü figanını işitiriz. Neyin hikâye ettiği ayrılıkları dinleriz. İnsana gelince, onun “ah u vah”ı da gafletten midir? Virdi her lahzada “ah” olan hak dostlarının âh-ı ateş-sûzu beyhude midir? Onlar her “âh”larında elest ahitlerini yenilerler. (bk. Nutk-u şerif, Ken’an Rıfaî k.s.) Bütün musiki serüveni o mecliste duyulana iştiyaktan doğar derler. Bütün özlemimiz öteler, maverâ kaynaklı.
Yılmaz Yılmaz, Sis isimli öyküsünde deniz kabuklarından gelen hicran azabının uğultusunu güzel bir sebebe bağlamış. Vakta ki taife-i hayvanattan salyangozların ataları, Süleyman Nebi’nin emrine itaatte kusur etmişler ve evlerinden barklarından ayrılmakla cezalandırılmışlar. Kahr-u perişan olan salyangozlar evlerini kimi dibine kimi kıyısına, yedi iklimin yedi denizine dökmüş, kendilerini de koca balıklara yem etmişler. İşte deniz kabuklarının fısıltısı aslında inleyen bir nağme, bir firaktır.
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=5966