İyi Değilsin,Yarana Bak!
Fatma Hanım, 90’lı yılların başından itibaren çeşitli dergilerde hikayeler ve şiirler yayınladınız. Okuyucunun hafızasında hem şair hem de hikayeci olarak varsınız. Hatta okuyucu sanki sizi daha çok hikayeci yanınızla tanıyor. Son zamanlarda ise iyiden iyi şiirlerinizle öne çıktınız. Edebi kimliğinizi hangisinden yana örmek isterdiniz? Şair Fatma Şengil mi yoksa hikayeci Fatma Şengil mi?
“Önce şiir vardı.” Buraya bir tebessüm bırakıp gerçekte ne olduğuna bakalım mı? 90’lı yıllar şiirlerimin pek çoğunu gayr-i ihtiyari sakladığım yıllardı. İçerik ve imgelerin birinci yüzleri sebebiyle. Sonra zaman geçiyor ve kırkınızı devirip ‘kırk kırılması’nı bir nebze atlatarak şöyle diyorsunuz: ‘Ne halin varsa gör dünya!’ Dolayısıyla, artık şiirlerimi saklamıyorum, yayımlıyorum ve bu durum, dışarıdan ‘önce şiir yazdı, sonra öykü yazdı, şimdi yine şiire ağırlık verdi’ şeklinde görünüyor demek. Kendimce malumu ilam kabilinden olsa da, ‘şair’i tercih ederim.
Yeni kitabınız “Söyle Sessizlik” öyle çok hayatın ağır meselelerine girmeyen kıyıda ve kenarda duran bir şairin biriktirdiği sessizlikleri yansıtıyor. (“Allah’ım bana lütfen-yaşama neş’esi ver”) Bağırmayı ve çağırmayı değil derine inerek dinlemeyi ve beklemeyi tercih ediyorsunuz. Bu durumu bir yaşamsal yorgunluk ya da hayata karşı bir tutum olarak değerlendirebilir miyiz?
Şairlerin hiçbirinin meydanın ortasında yer bulan tipte şahsiyetler olduğunu düşünmüyorum. Meydanın ortasının kabul ettiği, baş tacı ettiği kişiler meydanın hissiyatıyla aynı duyuşa sahiptir, oradan şiir çıkmaz. Belki birkaç mesut mırıltı: “Sabah kalkıyoruz, elimizi yüzümüzü yıkıyoruz, işimize/okulumuza gidiyoruz, televizyonumuzu seyrediyoruz, eğleniyoruz, yatıyoruz, ne mutluyuz!” Zaten şiir ‘sezerek bilmek, ilhamla sezip söylemek, bilmek, anlamak, idrak etmek’, şair de ‘bu farklı bilişleri kendinde toplayan’ demek. Peki, bu bir üstünlük mü? Belki de oyuna dahil edilmeyenler, oyunun ne idüğünü görebiliyordur. Kıyıdan. Kenardan. Teselli armağanı olarak da onlara ‘şair’ tesmiye edilmiştir.
İmdi, bu soruyu “kıyıda kenarda mesken tutmuş şair taifesinden biri olarak meydanın ortasına doğru bağırıp çağırmıyorsunuz” şeklinde algıladığım herhalde anlaşılmıştır. Meşrebim böyle sanırım, kıyıya vuranlara ılık bir sesle konuşmak daha güzel geliyor. Sanıldığının aksine kıyı, denizden çıkılan değil denize düşülen yerdir. Kabul ederlerse, hepimiz için birinci tekil şahıs diliyle söylüyorum: “Allah’ım bana lütfen/ Yaşama neş’esi ver”.
Bugün şiirin toplumsal ya da bireysel yaralarımızı sarma gücü var mıdır? Ya da böyle bir misyonu olmalı mıdır şiirin sizce?
Yara konusuna yine dikkat çekilmeye başlandı. Mehmet Sait Yavuz’du sanırım, “İnsana ilk yarasını hatırlatan yaralar…” gibi bir ifadesi vardı, çok güzel. ‘İlk yara’ dediğinizde, sözü ‘varoluş’a taşıyorsunuz. ‘İlk, asıl ve saf’ olanı önemsiyorum, ister istemez oraya odaklanırım. Şiirin buradan, ‘ilk, asıl ve saf’ olandan zuhur ettiğini düşünüyorum. Siz bir oyun yerine atılmışsınız, kıyısına vurmuş düşüşünüz. Düşünceniz de, hissedişiniz de bundan bağımsız olamıyor. Oyunun ne idüğünü görenin, göstermesi lazım. Bir an için dahi gözü açılıp, “ne oluyoruz?” sorusunu yakalayan kişinin yarasını sarmak… Şöyle mi diyeceğiz: ‘Geçti bak, iyisin, oyuna dön!’ Bu zulüm bence. Tenden, dünya bahçelerinden mi dem vuracağız; canı, sılayı mı işaret edeceğiz? Ya günümüzün toplumsal yaralarının bu denli vahşi, yırtıcı açılmasının sorumlularından bir taifeysek? Ten çalgısının sesini yükselterek oyunun çılgın gürültüsüne eşlik ediyorsak? Mazeretimiz ne olacak? Bilmiyorum, görmedim? Bütün yazdıklarını önüne koyarlar o zaman. El-mecbur, okursun kitabını; artık ne yazdıysan. Oyalanmayı, kelimeler oyuncağıyla oynamayı bırakıp ‘sıla’nın sözlerini söylememiz gerekiyor. Birinci tekil veya birinci çoğul diliyle. İyi değilsin, yarana bak!
Yazdığınız şiirin farkında mısınız? Hangi şiir ortamlarına ve şiir rengine tekabül ediyor şiiriniz sizce? İzini sürdüğünüz bir izlek var mı bu anlamda?
Safın safın sadece şiir yazıp şiirimin farkında olmayaydım, diyesim var. Mustafa Kutlu’ya bu konuda sızlanınca kendime o kadar güldürmezdim en azından. Ya da… neyse güldüyse güldü. ‘Şiirin yazılması anı’ndan bahsetmiyorum, yazıldıktan sonraki bakışı anlatıyorum. Şiir dili değil, şiir anlayışı olarak; elime mavi bir çaput alıp türbeye gitmiş, ‘buradaydım! ben vardım!’ cümlesi olsun diye o mavi çaputu türbenin penceresindeki demirlere bağlamaya çalışırken kendimi türbedar olarak bulmuş gibi hissediyorum. Sıklıkla. O zaman… hangi izlek? Aklıma ilk geleni söyleyeyim mi? Fuzûlî’nin Su Kasidesi gibi bir na’t yazayım (amin!), öyle geçip gideyim buralardan.
http://kacakyolcu.com/soyle-fatma-sengil-suzer/