“KAÇKARLARA SIĞMAYAN HAYATLARIN HİKAYESİ”
Aslen Rize Çamlıhemşinli olan yazar Dursun Ali Sazkaya, kültür sanat edebiyat dergisi mavi yeşil ile “Farzet ki Dönemedim- Kaçkarlara Sığmayan Hayatlar” adlı kitabına ilişkin özel röportaj yaptı.
işte Zeynep Sunay Şahin imzasıyla yayınlanan o röportaj:
Dursun Ali Sazkaya ile “Kaçkarlara Sığmayan Hayatların Hikayesi” Üzerine Bir Söyleşi
“Hayat dediğin efendi, bir kuşluk vakti.”
Söyleşimizi Edip Cansever’in Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup adlı şiirinden bir dizeyle açalım istiyorum. Cansever: “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor.” diyor. Kitabınız da çocukluk yıllarınızın tanıklıkları üzerine kurulu. Sanırım yalnız geçmişe duyulan bir özlem yatmıyor bunun temelinde, çocukluğunuzda ait olduğunuz dünyanın yok oluşu daha büyük bir yer ediyor. Yanılıyor muyum?
Evet, çok doğru ben de bu girişe bir şey eklemek istiyorum. Ünlü yazar Norayan şöyle der: “Nerede çocukluk varsa orada altın bir çağ vardır.” İnsanın kalbiyle düşündüğü tek dönem çocukluktur. Çocuklar kalbiyle düşünür, büyüdükçe aklımızla, birikimlerimizle düşüncelerimizle hareket ederiz ama çocuk daima samimidir ve insanı insan yapan en önemli yaşam kesiti bana kalırsa çocukluktur. Kitabım çocukluğa vurgudur. Ben son yıllarda sık sık çocukluğumu çağırma seansları yapıyorum. O gizli, sisli havalarda yapayalnız dolaştığımız, arkadaşlarımızla oynadığımız, yağmurun ve bulutların altında yaşadığımız o günleri sürekli anıyorum. Ve oradan birçok anı birikimi geliyor. Bir tür kapı gibi düşünelim, sırlı bir kapı, açılınca her şey dökülüyor. Dediğim gibi kitabım, yiten çocukluğa vurgudur. Ve çocukluğun samimiyetini kaydetme uğraşıdır. Kırklı yaşlarımda bunu aramaya çalışıyorum.
Dedelerinizin ve Kaçkarların eteklerinde yaşayan insanların gurbetçi olarak Rusya’ya gidişinden söz ediyorsunuz. Çoğu bin bir zahmetle gitmiş ve geri dönemeyen onlarca insan olmuş. Bunlardan biri de Yurtsuz Hasan Dayı. O da dönemeyenlerden; dilini, kimliğini, yurdunu, ardında bıraktıklarını bir an olsun aklından çıkaramıyor. Onun öyküsünü okudukça Hacı Bektaş Veli’nin “O iyi adamlar o güzel atlara binip gittiler.” sözü çınlıyor kulaklarda. Bir gurbet öyküsü olduğu kadar bir sürgün öyküsü de diyebilir miyiz anlattıklarınıza?
Kesinlikle bir sürgün öyküsü ama bu sürgünde herhangi bir siyasi veya politik sürgünden bahsetmiyoruz. Bu sürgün coğrafyanın zorlu koşulları, geçim kaygısının, yaşam koşullarının getirdiği bir sürgünlük hali. Bir nevi aileleri için cennet arayışına çıkan insanların öyküsüdür bu. Çünkü gurbetçi insan daima cennet arayışı içerisindedir. Hem giden için hem bekleyenler için. Giden para kazanıp yurduna dönmek ister, çocuklarının geleceğini hazırlamak ister. Kalan ise hep gidenlerin özlemi içerisindedir. Ve gidenlerin gelirken onlara getirecekleri gelecekle ilgili sermayelerini bekler. Her şey gidene bağlıdır. Yurtsuz Hasan aslında Laz ve Hemşin halklarına 1850’lilerde başlayan gurbet akımının bir sembolüdür. Bizim köyde hemen hemen yüzyıl öncesine kadar her evde bir Yurtsuz Hasan vardı. Deli Petro’nun sanayileşme hamlesiyle Rusya’da büyük bir ekonomik gelişme olur. Lazlar ve Hemşinliler, oraya fırıncılık yapmaya giderler. Fırıncılık olayı 30-40 yıl sonra pastacılığa evrilir ve bugün bile Türkiye’nin her yerinde nerede bir pastane görseniz işletmeci Çamlıhemşinlidir. İşte bunun temelleri 1850’li yıllarda dedelerimizin Rusya’da temelini atmış olduğu mesleğe dayanır. Pastacılığa, fırıncılığa. Mesela benim büyük dedem de Bolşevik Devrimi’nden önce Rusya’da Lenin’nin korumalarından birini dövdüğü söylenir ve dedem üç ay hapishaneye girer. Sürgünlük işte burada yerini yurdunu, çocuklarını terk edip gelecek güzel günler için mevcut hayatı ertelemektir. Çocukların, eşin bütün ailen arkada kalıyor ve sen gitmek zorunda kalıyorsun.
Giderken burada bir gönül bırakıyorsun. Burada bir duygu bırakıyorsun aslında burada hem umut hem enkaz bırakıyorsun. Gittiğin yerde de hem umut hem de enkaz var. Bu sürgünlük hayatı Cioran’da çocukluğunda yetişmiş olduğu kasabadan ayrılışıyla başlar, Edward Said’de Amerika’ya gidişinde. Said şöyle diyor: “Ben dünya çapında bir edebiyat profesörü olmama rağmen hayatımı hep bir sürgün olarak yaşadım.”
Kitabınızda “Gurbette tutunmak kutsanan bir olgudur bizim oralarda namus meselesi gibi algılanır, iş hayatında süreklilik ve sebat göstermeyip yer değiştiren zamansız gidip gelen kişiler toplum içinde yadırganır.” diyorsunuz. Bu durum hala böyle midir?
Aynen öyledir. Hatta bir öykü vardır ve anlatılır. Giderlerken birbirlerine söz verirler kuru ekmek ve soğan yiyeceğiz bunun haricinde bir masraf yapmayacağız diye. Aylar sonra bir arkadaşlarını ziyarete gittiklerinde arkadaşlarını süt, tuz, kuru ekmek, soğan yerken bulurlar ve uyarırlar. İşte böylesine bir sabır ve iş disipliniyle bir arada tutunmuşlardır. Oraya giderken yeme içme masrafı olmayacak işte çalışmayı önemserler. Yemeye içmeye vereceğin masraf senin birikim yapmanı engelleyebilir. Dolayısıyla fırıncılık Hemşinliler için çok ideal olmuş. Her giden başarılı olunca arkasında bir sürü insanı götürmüştür. Daha sonraki kuşaklardan işe ciddiyetsizlikle yaklaşanlara büyük fırıncı ustalar rehberlik etmiştir. İş hayatında nasıl para biriktirilir, nasıl sebatlı davranılır bunlar öğretilirdi. Moskova’nın Petersburg’un en önemli caddelerinde Hemşinlilerin pastaneleri vardır. Fotoğraf arşivlerinde görüyoruz ki 20-30 kişinin çalıştığı büyük pastaneler olmuş. Bu ancak mesleğe karşı aşırı sevdayla ve disiplinle olabilecek bir başarı diye düşünüyorum.
Yaşam bilgesi, deryadil insanlar karşımıza çıkıyor kitap boyunca. Bunlardan bir de “Hayat dediğin efendi, bir kuşluk vakti.” diyen Hemşinli Münevver Hala. Onun bu sözünü Cioran’ın söyledikleriyle bütünleştirmişsiniz. Cioran da sık sık karşımıza çıkıyor kitabınızda bunun nedenini biraz açar mısınız?
Cioran’ın kitaplarında hep beyhudelik duygusu vardır. Bir yeryüzü sürgünlüğü. Cioran hayatı boyunca her şeyi boş vermiş bir insandır. Hatta bir kitabında şöyle der: “Eczaneye gidip ilaç alan, doktorlardan ve eczacılardan deva dilenen yaşlı bir insanı görünce yüzüne tükürmek istedim.” Hayattan bu kadar tiksintiyle uzaklaşmış hayatın hiçbir şeye değmeyeceğini düşünen bir insan olarak Cioran beni çok etkilemiştir. Cioran: “Benim cennetimden kovuluşum ilkokulu okumak için kasabamdan ayrıldığım gündür, ben o gün güneşli mevsimlerden, tüm hayatımdan kovuldum.” diyor. Demek istiyor ki okula başlayan bir insan çocuk olma özelliğini kaybetmiştir. O kayda girmiştir ve müfredatın devletin entegre ettiği bir bireydir. Dolayısıyla artık özgür değildir.
Hemşinli Münevver Hala benim babaannemdir aynı zamanda. Babaannem de gerek evlilik gerek ekonomik şartlar itibariyle hiçbir zaman hayatından memnun olmamış ama hayatını büyütmüş olduğu sekiz torunu ile bebek kokuları ile zenginleştirmiş bir şahsiyettir. Dirayetinin yanı sıra hayata, zaman zaman yazgıya isyan etmişliği çok olmuştur. Ben çoğu kez buna şahit olmuşumdur. Babaannemin torunları için vermiş olduğu mücadelenin, aynı zamanda hayata karşı küskünlüğünün, varoluşla yok oluş, sevinçle yıkım arasındaki gelgitleri çok çarpıcı olan ve bunu torunlarına yansıtan biri olarak Cioran’la örtüştüğünü düşünüyorum. Hayatta beyhudelik duygusunu ilk kez yoğun olarak dedem ve babaannemde gördüm. Aslında onlar okumamış ama buna rağmen irfan sahibi insanlardı. Doğu toplumlarında böyle insanlar çok fazladır. Mesela köyde Tala Hasan dediğimiz Hasan Dayı, babasını Rusya’da kaybetmişti. Babası evlenmiş ve bir daha hiç dönmemiş. Kendisi burada yetim büyümüş. O insanda ben bir bilgelik görüyordum ve sonraları büyüdüğümde onun iç dünyasına girmeye çalıştım. İç dünyası bir hüzün atlasıydı. Ve onu da tarihe not düşmek istedim Hasan Dayı’yı.
Kitabınızda dedenizin ve babaannenizin aslında zıt kişilikler olduğunu söylemiştiniz. Hayata karşı bakış açıları mı onları anlaşma durumunda bırakmıştır?
Aslında anlaşabildikleri söylenemez. Ama geleneksel hayatın vermiş olduğu bazı koordinatlar var. Bu koordinatların dışına çıkamayız. Anlaşamasalar da çocuklar, torunları, geçim, gelenek ve toplum göz ardı edilemezdi. Önceleri insanlar kolay ayrılamazdı. Ekonomik bağımsızlık yoktu. Sosyolojinin yapısı buna müsaade etmiyordu. Dedem çok içli, sürekli türkü söyleyip ağıt yakan bir insandı. Bize masalı sevdiren hayatımı bir ölü hayatından kurtaran kişidir. Edebiyat insanı yaşama çağırıyor. Bunu dedeme ve babaanneme borçluyum. Çünkü hayata bakış açıları bize öğrettikleri, dedemin bize anlatmış olduğu masallar, babaannemin bazı tespitleri her zaman için benim hayatımda bir yol haritası olmuştur. İkisi aslında zıtlıkların uyumuydu. Onlar iki ayrı dünyayı bize sunuyorlardı ve biz o iki ayrı dünyanın çarpışmasından farklı bir duygu hali, kültür ve davranış barınağı inşa ettik. Bizim için büyük bir zenginlikti.
“Bizim aile geleneğimizde dedeler, bilhassa taşrada dedeler ve torunlar, iç içe geçmiş kişiliklerdir.” diyorsunuz. Bu kişilik hala sizde sürüyor mu yoksa yaşam koşullarınız dolayısıyla onlardan da uzak mı düştünüz?
Dedeler ve torunları, babaanneler ve torunları arasındaki sıkı bağlar ne yazık ki modern kent hayatının getirmiş olduğu zorlamalarla ve koşullarla ortadan kalkmış gibi. Ben köye her gidişimde dedem ve babaannemle gezdiğim yerleri tekrar ziyaret ederim. Hangi ağaç dibinde, hangi pınarın başında oturmuşsak, otururum ve çoğu zaman hüzünlenirim, ağlarım. Böylesine bir geleneğin, torunları koruyan yapısı vardı. Babalar daima iş hayatına empoze eder çocukları. Dedelerin ve babaannelerin böyle bir kaygısı yoktur. Onlar daha ziyade çocukların duygu dünyaları ile ilgilidirler. Babanız ya da anneniz size kızar, gönlünüzü kıracak söz ve davranışlarda bulunur. Bu durumda kaçacağınız tek yer anneanneleriz, babaanneleriniz ve dedelerinizdir. Çünkü onlar insanı yargılayarak sevmezler. Onlar insandan başarı beklemezler. Başarılı olsun isterler ama bunu sevgi şartı olarak kullanmazlar. Sevdiklerini gizlemezler. Anneler babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu belirtmezlerdi. Eskiden dedeler ve babaanneler cennet düşlerini çoğaltan insanlardı. Benim için hep böyle olmuştur. Etrafımızda o dönemde yaşayan çocuklar hep böyle sevgi görmüştür. Onlar bizim yaralarımızı saran çok önemli gönül barınaklarımızdı. Ben hep böyle düşünürüm. Rahmetli dedemi ve babaannemi her anışımda gözlerim yaşanır.
İsmet Özel “Mataramda Tuzlu Su” adlı şiirinde şöyle diyor. “Kimin ülkesinden geçsem/Şakaklarımda dövmeler beni ele verecek/Cesur ve onurlu diyecekler/Halbuki suskun ve kederliyim.” Burada “devletin soğuk kültür” anlayışı vurgunuz üzerinden gitmek istiyorum. Kitabınızın bir yönü de belleğinizi biçimlendiren zihinsel kökenlerinizin geçirdiği travmalar. Özellikle bizim gibi ülkelerde alt kimlik her zaman sorun olmuştur. Siz alt kimliğinizi üst kimliğinizin neredeyse bütün örüntüleriyle uzlaştırmış bir kimlikten söz ediyorsunuz. Bu oldukça zor olmalı. Sizce de öyle mi?
Zaman zaman insanda bellek ve bilinç yarılmaları oluşturuyor bu durum. İki dünya arasında kaldığınız zamanlar oluyor. İlkokulda Lazca konuşmamız yasaktı. Bunu öğretmenlerimiz “Türkçeyi güzel ve doğru öğrenin.” Şeklinde açıklardı. Çoğu zaman Lazca konuşmaktan utandığımız olurdu. Büyüklerimiz devlet dairelerine, doktora gittiğinde Türkçe konuşamadıkları için azarlanırdı. Her şeyden önce kendilerini ikinci sınıf vatandaş olarak görürlerdi. Bizler ilkokulda çok zorlandık. Kelimeleri düzgün ve doğru telaffuz edemezdik. Birbirimizle dalga geçerdik. Yarı Lazca yarı Türkçe kurduğumuz cümlelerle. Hem dayak yerdik hem de birbirimize gülerdik. Kimlik olarak kuşkusuz Türk kültür dünyasına ait bir nesiliz. Ama bizim Lazca diye bir dilimiz, saklı bir dünyamız vardı. Henüz modern kurumların girmediği zamanlarda tamamen kapalı bir dünya. Kendi yaşam kültürü, dil kültürü, müzik kültürü, mimari kültürü olan. Türkiye’nin bir zenginliği fakat zaman zaman ulus, devlet ve devletin resmi ideolojisinin getirmiş olduğu sert uygulamalar olmuştur. Fakat günümüzde artık bu sert uygulamalar, devletin soğuk kültür politikaları oldukça aşılmış durumda hatta şuan Lazca seçmeli dersler bile müfredata alınmış durumdadır.
Büyüklerinizin dil sebebiyle ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü bir topluma tanıklık etmiş biri olarak sizde Türkçe öğrenme hırsı oluşturabildiyse eğer bu, edebiyata yönelmenizde de etkili oldu mu?
Kesinlikle oldu. Lisede Türkçemizi geliştirmiştik. 80’lerin ortalarında radyolar ve televizyonlar artık yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamıştı. İnsan yeni bir dil öğrendiğinde aslında yeni bir dünyayı da keşfediyor. Yeni dile yeni düşünce biçimine alışıyorsunuz. Eski yerel dilinizle resmi diliniz arasında köprü kurmaya çalışıyorsunuz. Bu sizi daha çok okumaya itiyor. Bir de kendinizi ifade etme ve ben de varım demeniz için -ki insanda tanınma duygusu çok fazladır- dil çok önemlidir. Kendinizi öğretmen karşısında ispat etmek istiyorsunuz, köye bir devlet memuru geldiği zaman yaşlılara bir şeyler soruyorlar, onlar konuşamadığında siz kendinizi kanıtlayarak “Ben Türkçeyi iyi kullanıyorum.” diyorsunuz. Burada insan bir anlamda kendini denkleştirme hem de kendini gerçekleştirme iddiasını ortaya koyuyor. İki dil bilmek bana göre avantajlı bir durum. İnsanı geliştirir. Aynı zamanda kavramlar arasında kıyaslama yapmak insanı zenginleştiriyor. Türkçeyi doğru konuşma kaygısıyla insanlar bir dönem çocuklarına evde bile Lazca yasağı koymuşlardı. Bu devletin zoruyla olan bir şey değildi ama vatandaş üst kimliğiyle kendi bütünleşmesini sağlamak için böyle bir çareye başvurmuştur.
12 Eylül’den ve parçalanmış bilinçlerimizden söz ediyorsunuz ve ironik bir araştırma konusu öneriniz var. “Darbelerin Yayla Şenliklerine Verdiği Zararlar.” Ha varsın ha yoksun vatandaşlığını açımlarken okullarda hala milli tarih anlatılmasını nasıl buluyorsunuz?
Her devlet kendine bir resmi tarih ortaya koyar. Fransız tarihine baktığımız zaman Osmanlı ve Fransa arasındaki ilişkiler bizim öğrendiğimiz gibi aktarılmıyor onlara. Her devlet kendi resmi tarihinde bazı seçilmiş temalarını ön plana çıkarır. Bazı gerçekleri perdeler, bazılarını değiştirir. İlkokulda, ortaokulda, lisede bunu aşacak olan tarih anlayışını kimse inkar edemez. Çünkü bir toplum ve kültür inşası söz konusu. Her millet geçmişiyle gurur duyma ve bununla bir kimlik inşa etme hedefi olduğu için bunu normal karşılamalı. Fakat Türkiye’de son 20 yılda bu durum olumlu olarak değişti. Alternatif tarih okuma anlayışı geliştikçe bireyler gerçekle karşı karşıya kalıyor. Bazı şeyleri yadırgıyoruz. Önceden bu böyle öğretilmemişti diyoruz. Burada yeni bir tarih ve sosyoloji anlayışı öne çıkıyor. Bilişim çağında bilgiye erişmek çokta zor değil dolayısıyla tek doğru üzerinden kimse tarih inşa edemez. Liselerde bu mümkündür artık. Üniversiteye gelmiş hayatın içindeki bireylere bunu empoze etmek zordur. Bir de yaylalarda 12 Eylül darbesinden sonra evlerde silah bulundurmak son derece tehlikeli ve yasaktı. Devlet her hafta geceleri gizli gizli baskın yapardı ve evlerde silah arardı. İnsanlar silahları tarlalara, ormanlara gömerdi. Bu öyle bir şey ki Lazlar için silah çok önemliydi. Horon, tulum ve silah. Yaylada insanlar yıl boyunca çekmiş oldukları bütün zahmeti, coğrafyanın yüklediği zor koşulları ancak horon, tulum ve silahla atabilirdi. Yaylaya çıkan herkes belindeki silahı çeker ve tulum oynanırken, türkü söylenirken havaya sıkardı. Bu aslında özgürlüğün ifadesiydi. 12 Eylül geldiğinde yaylada coşku birden yok oldu. Buna bire bir şahit olmuştum. Daha sonraları 90’lara doğru rahmetli Özal’dan sonra gelişen özgürlük ortamı, liberal ortam ile birlikte yayla şenlikleri tekrar anlam kazanmaya başladı. Çünkü 12 Eylül döneminde hiç kimse komşusundan bile emin olamazdı. Muhbirler insanları jandarmaya, polise ihbar ediyordu. Kimin evinde silah var, nerede ne konuşuluyor siyasi ve kültürel anlamda ihbarcılık yapıyorlardı. Çocuklara bile güvenilmiyordu. Mermiye pipila, silaha balta denilirdi. Çocukların yanında kullanılmazdı asıl isimleri. Askeri darbeler insanın içindeki kişiliği öldürür. İnsanın onurunu zedeler ben böyle düşünüyorum.
Kitabınız boyunca bir hüzün yumağı sarıyorsunuz. Yaylalara yapılan göçler, büyük ahşap konaklarda bayramlar, düğünler, cenazeler, dedenizin size kurduğu masalsı dünya, Kaçkarlarda yankılanan tulum sesleri, çocukluğunuzun o güzel günleri bütün bunların ardından bakınca şimdi neredesiniz? Ve sözünü ettiğiniz o insanlar bize çok tanıdık ancak gittikçe de yabancılaşıyor bu dünyanın insanına öyle değil mi?
Kitabım bir hüzün atlasıdır aslında. Kitabı okuyan herkes şunu görecek ben yeryüzü hüznünü dile getirmeye çalıştım. Geçmişe bir ağıttır bu kitap. Hangi geçmiş diyeceksiniz. Artık bir daha hiçbir anlamda geri gelmeyecek bir geçmişten söz ediyorum. Bunu yalnız dil anlamında söylemiyorum. Yayla göçleri önemini yitirdi. Çünkü artık patika yollar kapandı. Yaylalara bile asfalt yol yapıldı. Eskiden o patika yollarda bir tarih vardı. Yol boyunca gürgenlerin dev gövdelerine yazılar, şiirler yazardı insanlar. Her pınar başında oturulup soluklanılırdı, sohbet edilirdi ve türkü söylenirdi. Yayla göçleri aynı gün yapılırdı ve kalabalık olurdu. Artık o dönemden bahsederken mitolojik bir çağdan bahsediyormuş gibi geliyor bana. O zamanlar dünyadan kopuk bir yaşam vardı yaylalarda. Şimdiyse cep telefonlarıyla, tabletlerle gidilen ve yaşam tarzı değişen bir mekan oldu. Yeme içmeden tutunda, oturma salonlarına kadar her şeyin genetiği değişmiş durumda. Dolayısıyla modern çağa eklemlendi yaylalar da. O büyüsel havasından maalesef koptu. Yeryüzü hüznü derken şunu da kastediyorum. Bizim coğrafyamız çok zor bir coğrafya. İnsanları genellikle fıkralarla tanınır. Oysaki geçim koşullarının bu kadar zorlu olduğu bir coğrafyada, güneşin bile ıslandığı bu memlekette insan her gün nasıl gülüyor olabilir? Bu bir dışa vurumdur. Oranın bir hüznü, kederi ve trajedisi var. Bilirsiniz, Türkiye toplumunda Lazlar sürekli fıkralarla anılır, işin böyle olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Burada bir hüzün coğrafyası var demek istiyorum aslında Türkiye okuruna. İnsanlar her yerde olduğu gibi zor durumlarda kalıp hüzünleniyorlar, ağıt yakıyorlar. Sadece fıkra yoktu hayatımızda. Bir yansıtma biçimidir. Horon hızlıdır ve sert hareketleri vardır. Bu coğrafyanın ve yaşam koşullarının yansımasıdır aynı zamanda. Kitabım insanın iç dünyasına yönelik, yeryüzünden ne aldık, ne alıyoruz ve nereye gidiyoruzun yanıtlarını arıyor bir bakıma. Cioran’dan Tezel Özlü’ye Edward Said’den Samuel Beckett’a kadar pek çok insanı yeryüzü acılarında buluşturmaya çalışıyorum. Virginia Woolf gibi İngiltere’de yaşamış bir insanı yayla göçlerine ve bizim hüzünlü coğrafyamıza davet ediyorum kitabımda. Kitabım, nerde olursa olsun tutunamayan, dışarıda kalan, yaşam çabası içinde normal olamayan insanları buluşturma arenasıdır. Kültür ve eğitim farklı olabilir ama hayatla sorunu olan, yaşadığı toplumla bütünleşmede sıkıntı yaşayan her insan aynı hüznü ve acıyı yaşar. İster Virginia Woolf olsun ister Cioran olsun ya da benim babaanem olsun. Hepsi aynı acıları yaşamıştır. Kederli bir varoluştur onların ki. Hüzünle örülmüş bir hayat.
Yiten çocukluk adlı bölümde “Rafine edilmiş koşullar, çocuğun kendine özgü tepkilerini, çözümlerini engellediği için yaratıcılığını köreltmektedir.” diyorsunuz. Güdümlü çocuklar mı yetiştiriyoruz? Sizin çocukluğunuzu özel kılan ve bugünkü çocukların sahip olmadığı şey nedir?
Bizim çocukluğumuzda geniş zamanlarımız vardı. Her şey yönergelerle yürümüyordu. Kırsal hayatta evrenin saati işler. O saat şefkatlidir. Ama modern hayatta her şey tik taklar arasında geçer. Kronolojinin esiriyiz. Çocuklar anaokuluna gider, bir memur gibi saatlidir her şeyleri. Oysa geleneksel yaşamda hayat şefkatle örülüdür. Güneş üstünüze gelmez. Orada serbest zamanlar ve geniş mevsimler vardır. Oyunlar doğaldır. Modern çağda oyunlarda bile karşılıklı iletişim, jest, mimik yoktur. Her şey puanlıdır. Oyunlar bile puanlıdır. Doğal çevrede büyüyen çocukta böyle bir şey söz konusu değildir. Tamamıyla doyumsama üzerine bir çocukluk vardır. Günümüzde maalesef her şey puanla ve aşama üzerinedir.
Son olarak bundan sonra yazdıklarınızla da ait olduğunuz kültürün izlerini mi süreceksiniz? Sırada nasıl bir proje var?
Aynı tema üzerinde bir roman var sırada. Yaşadığı toplumda adapte olamamış bir Laz entelektüelin düşmüş olduğu ikilem ve şizofreni durumu. Buradan yola çıkarak Türkiye toplumunun genel bir sosyopolitik çerçevesini çizmeye çalışıyorum. Yeni kitabımda normal hayatta söyleyemediklerimizi bir deliye söyletme söz konusu. Bilinçaltı ve bilinç üstü çatışmalarını inceleyen ve ele alan bir roman olacak. Ve sonbaharda yayınlanacak.
Bu güzel söyleşi için size Mavi Yeşil adına teşekkür ederim.
Asıl ben teşekkür ederim, çok keyifli bir söyleşiydi.
Zeynep Sunay Şahin – Mavi Yeşil Dergisi
Not: bu röportaj patikaa.com’da Mavi-Yeşil dergisinin katkılarıyla yayınlanmıştır.
Kaynak: http://www.patikaa.com/kackarlara-sigmayan-hayatlarin-hikayesi/