Musa Ve Yol Arkadaşı
Suavi Kemal
10 Mayıs Perşembe
Rüya ve yeşil vadi adlı iki romandan sonra Ümit Aktaş, bir başka peygamberin, hz. Musa’nın kıssasından yola çıkarak Musa ve Yol Arkadaşı adlı romana imza attı. Ümit Aktaş, kendisini anlattığı konunun “Büyüklüğünün” cazibesine teslim etmeyerek zor bir işi başarmış.
İlk romanı Âdem ile ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in hayatını romanlaştırdı Ümit Aktaş. Her peygamber gibi Hz. Âdem’in hayatında da hem tek tek fertlerin hem de toplumların hayatlarında kimi yansımalarını bulabileceğimiz ve ibret alabileceğimiz, bizi akletmeye sevk eden unsurları üzerine kurdu Aktaş romanını.
Hem Âdem’de hem de Musa ve Yol Arkadaşı’ndan tercih ettiği anlatımdan yola çıkarsak evvel emirde Ümit Aktaş’ın bir “menakıp” yazarı olmadığını, bunu tercih etmediğini vurgulamamız gerekir. Bu tercihi Ümit Aktaş’ın sadece üslubuna ve anlatımına değil hikâyesine de bariz bir şekilde yansıyor. Ümit Aktaş romanında bunun şu cümlelerle gerekçelendiriyor okuruna: “Allah insanlara olan kahrını veya şefkatini, yine onların bildikleri ve akıllarının erdiğince, onların yaşadığı koşullar uyarınca halk etmekteydi; yani eşyanın kendi dilince.” Eşyanın diliyle yazmak mucizeleri eşyanın diline indirgemek anlamına gelmiyor elbette. Sonuçta Kopernik’in gezegenlerin dönüşü ile ilgili yasalarından sonra evvelden gezegenlerin meleklerce hareket ettirildiğini inanan zihinlerin yaşadıkları “Kartezyen” dönüşümün benzerine tabi olup meleklere inanmaktan vazgeçmemize gerek yok.
Abdülaziz Tantik’in satırlarından okursak: “Musa ve İsrail oğulları denizi geçerken, Musa’nın daha önce Mısır’dan çıktığı yolu izlediğine dikkat çekmesi, Firavun ile askerlerinin geçişi sırasında zelzele olması ve suların yükselmesine yaptığı vurgu yukarıda dile getirdiğimiz mucizevî olanın, sıradan olanın tabiatında gizli olduğu görüşüne ağırlık kazandırıyor. Ayrıca yazarın hakkını vermek gerekir ki bu konuda farklı yaklaşımlara da atıf yapıyor. Sadece bu konuda değil her konuda tartışmalı bir durum söz konusu ise o farklı fikirlere de gönderme yapılıyor.”
Musa ve Yol Arkadaşı’nın bir başka önemli vurgusu ise Musa A.S’ın sadece bir kavmin selameti için peygamber olmadığı mesajının tüm ezilenleri amaçladığı. Her ne kadar ona vahyedilen din, daha sonra tahrif edilerek bir milletin tekelindeymiş gibi algılanmaya başlanmış olsa da orijinal hâlinde farklı olması romanın temel mesajları arasında. Tıpkı Hz. Yusuf’a vahyedilen mesaj tüm Mısır’ın kurtuluşu amaçladığı gibi. Peki, niçin böyle olmuş, mesaj tepetaklak edilmiştir. Belki bu noktada bir başka şahitliğe başvurmamız daha doğru olur. Aliya İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” adlı eserinde “din de, ihtilâl de acılar ve ıstıraplar içinde doğar, ikisi de refah ve konfor içinde yok olup gider.” der ve sözlerini sürdürür: “İncil ve Kuran teoloji kitapları değildir. İsa ile İncil bir yanda, Paul ile kilise öbür yandadır.”
ŞİİR, ROMAN VE ŞUUR
Ümit Aktaş sadece yazılarında değil, şiirlerinde ve romanlarında da benzer bir tutum içinde kalmaya özen gösteren bir yazar ve şair. O şiirlerini de romanlarını da şuurla inşa ediyor. Şiirin bir duyarlık değil duygusallık ‘sanatı’ olduğunu zannedenler, şiir ile şuur kelimeleri arasındaki irtibatı kuramazlar. Halbuki duygusallık, öncelikle duyarlılığı kör ettiği için şiire düşmandır ve şiirden ziyade şiirselllik adı verilen ‘kötü şiir’ üretimine teşne müteşairlerin yapamadıklarını örtmek için kullandıkları bir bahanedir. Ümit Aktaş gerek şiirlerinde ve romanlarında gerekse de düzyazılarında kendi cümleleriyle, kendi şuuruyla, kendi hesaplaşmalarının, şuurunun imbiğinden geçenleri bizimle paylaşıyor. Hakan Arslanbenzer’in de işaret ettiği gibi: “Ümit Aktaş, manzum yazan bir düşünce adamı olarak okunmamalı. Şiir-düşünce ayrımı Aktaş’ın şiirleri için bir şey ifade etmiyor. Bunlar duygu-düşünce bütünlüğü peşinde şiirler olarak okunursa daha doğru olacaktır.” Arslanbenzer’in Ümit Aktaş’ın şiirleri için vurguladığı duygu-düşünce bütünlüğünün romanında da özenle korunduğunu söylemem gerek. Her ne kadar konusundan dolayı “düşünce” yönü ağır basan bir roman gibi görünse de bu bütünlüğün ve dengenin korunduğunu, Musa Peygamberin sadece entelektüel değil duygusal grafiğinin, öfkesinin, hüznünün de romanda ince ince işlenerek anlatıldığını görüyoruz. Ümit Aktaş, bir roman yazmakta olduğunu asla ikinci plana atıp, kendisini anlattığı konunun “büyüklüğünün” cazibesine teslim etmeyerek zor bir işi başarmış. Musa ve Yol Arkadaşı’nı dört yolculuk hikâyesi olarak özetlemek mümkün. Hz. Musa’nın bir bebek olarak sepet içinde nehirde yaptığı yolculuk, suçlanınca Mısır’dan kaçışı, “yol arkadaşı” ile yaptığı kader gibi çok temel bir kavram hakkında imtihan edildiği sefer ve kavmini vaat edilmiş topraklara götürdüğü, kavminin “imtihan” edildiği büyük hicret. Firavundan kurtulan kavmin eski batıl alışkanlıklarını muhafaza etmeye çalışması ve “kölelik” dönemlerine ait bazı “sözde” konforlarına özlem duymaları Musa ve Yol Arkadaşı romanının zamanlar, kavimler üstü haberler verdiği bölümleri.
KEMAL YOLCULUĞU
Musa Peygamberin Kur’anı Kerim’de anlatılan kıssası safha safha Ümit Aktaş’ın kitabında yer alırken insanlık macerasının da bir örneğine şahit oluyoruz. Musa peygamberin ferdi olgunlaşma süreci, sarayda bir prensken “hakikat” yolcusu olması, “yol arkadaşı”na tahammül edememesi, dağda vahye muhatap olup “kemal yolculuğunda” diğer insanlara yol gösterici olması ama insanların onun kurtarıcı rolüne rağmen “kendi belledikleri” yanlışlarda ısrar etmeleri... Bütün bunlar pek çok peygamberin ve insanlığın defalarca tekrar ettikleri ama çok az tecrübe ettikleri deneyimler. (Yeterince tecrübe edilseydi tekrar etmezdi elbette.)
KİMİN HİKÂYESİ?
Âdem ile Musa ve Yol Arkadaşı arasındaki en temel fark ise Adem’in nispeten daha spekülatif ve imgelere yaslanarak ilerleyen bir roman olması. Bunda elbette iki peygamber arasındaki hakkında sahip olunan bilgi farkı da var. Ancak Musa ve Yol Arkadaşları taşıdığı bilgi yüküne rağmen sadece “enformatik” amaçla yazılan bir kitap değil. Abdülaziz Tantik’in kitap hakkındaki satırları zannediyorum ki açıklayıcı olabilir: “Bu roman; insan merkezli bir dünya ve düşünce ile yolculuğun hikâyesi gibi görünüyor ve bu da Ümit Aktaş’ın insan tanımını ele veriyor. Bu insan kemal arayışında olan insandır. Bütün varlığı konumlandıran ve Allah ile bağını hayatın bizatihi kendisi üzerinden kuran insan...” Musa ve Yol Arkadaşı, kahramanları ve hikâyesi dolayısıyla “tarihi” bir hikâye olarak okunsa da pekâlâ Marx’ın alıntıladığı Latin atasözü buraya da uygun düşebilir: “Anlattığım senin hikâyendir.”
Zaten Musa A.S.’ın bir prens gibi büyüdüğü saraydan çıkarak kavmini kurtarmak üzere yol göstermesi kavminin ise ilk fırsatta yeniden put imal etmesi hangi çağa ters düşer ki? En güzel nimetlerden bile “sıkılmak” bu çağda da muhtemelen gelecekte de kimseye “yabancı” gelmeyecek bir insan nankörlüğü sonuçta. Putlara gelince “biçim” değiştirseler de “mahiyetleri” şaşırtıcı derecede sabit maalesef...
Belki de en iyisi sözü bir şiirle bağlamak.
Asaf Halet Çelebi İbrahim adlı şiirinde soruyor.
“ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim”
http://www.stargazete.com/kitap/musa-ve-yol-arkadasi/haber-569751