MUSTAFA MUHARREM’LE SÖYLEŞİ
Konuşan: Mustafa Köneçoğlu
- Sanatı, “başlangıçtaki saflığımızın hayata ve insana el koyması” şeklinde gören bir şaire “katı olan her şeyin buharlaştığı”, paradoksal varlık alanlarının çoğaldığı ve dolayısıyla da hayatın hâkim vasfının artık parçalanmak, bütünden giderek uzaklaşmak olarak belirginleştiği bir zamanda, başlangıçtaki saflığın hayatımıza müdahale etmede teorik ve pratik şansı nedir, diye sorarak başlamak isterim söyleşiye...
- İçinde bulunduğumuz zaman, kumar masası veya rulet mi, diye sorarım ben de. “Başlangıçtaki saflığımız” hayata karşı barbut atmıyor elbet. Şans yerine imkân daha isabetli bir adlandırma benim açımdan. Soruda, yaşanılmakta olanı reel ve bu yüzden de makûl gösterme gibi gizli bir hamle sezdim. Yanılıyorsam lütfen düzeltin; ama zamandan bir mazeret kopartarak ‘ilk hâl’ ile mantığa dayalı bir veda ilişkisini önermek, gerçekliğin gramerine girmekten başka yol kalmadığını ilan etmek değil mi bir defa? Sanat biz kişioğullarını var kılan aşkın ilke ne ise onun bizden yana umut tazelediğini fısıldar. Bizim ontolojik bayrağımızdır o ve hangi durumda taşınacağını, hangi durumda kılıflanarak kaldırılacağını, hangi durumda da düşürmemek için ölüneceğini unutturmaz. Bu da biz kişioğullarına has bir filtredir ve süzülüp süzülmemek bizim bileceğimiz iştir. Evet, başlangıçtaki saflığımız hayata ve bize el koyduğunda tevbeye kapanırız, insan kalmak suretiyle bağışlanmayı estetize ederek. Bir anlamda, mü’mincedir bu çaba fakat enstrümanı dinsel ritlerden bağımsız bir düzene sahiptir. Hem, saflığımızın bize vaziyetinden kendimize şu payı da çıkarabiliriz: Sıfırlanmak her ân bizi yeniler. Bu içsel restorasyona karar veren erk, yıkılıp gitmemize seyirci kalamayacak kadar bizi önemsiyor, bizim üzerimize titriyor demek ki.
- İlk şiir kitabınız İsa’dan Önce Gül 1999’da, beşinci şiir kitabınız Dikkat Köpük bu yıl yayımlandığına göre oldukça verimli sayabilecek bir şiir hayatınız var. Bu süreklilik ve verimliliği nasıl sağlıyorsunuz ya da bu verimli süreklilik neye mal oluyor?
- Verimlilik izafesini tarımsal bir çağrışımın mengenesine sıkıştırıp törpülemek istemem doğrusu. İlk kitabımdaki şiirlerin hepsi, 1992 ile 1998 yılları arasına ait. Bu kronolojiye bakılırsa, hayli tembel sayılmalıyım. Meselâ, kitabın ismini veren İsa’dan Önce Gül’ün birinci ve dördüncü bölümleri, 1992/1993 doğumlu. 2002’de yayımlanan Öç Terimleri’nde de bu böyle, 1997’den girilip 2002’de biten bir koridor. Süreklilik vurgusu bana daha sevimli geldi bu arada. Hayatın sektelerine karşı firesiz bir devingenlikle kendi aramda gelişen gerilimin, hatta, dengenin tınıları belki. Tabii bir de maliyet dökümü var ki muhasebe defterini hiç tutmadığım için nasıl bir matematikle betimlenebileceğini kestiremem. Bütün tahrişlerine rağmen zindeliğimin bekçiliğini gözüpekçe yaptığını söyleyerek de hakkını yememeliyim. Yaşıyor olmakla yazıyor olmak, masanın iki tarafında dikkatli, çevik, hararetli ve iddia sahibi raketlerle skor almaya çalışıyorsa, ping-pong topu oraya buraya çarpar hâliyle. Fırlatıldığımız raket, rakip karşısında ne kadar dayanıklı, ne kadar atak acaba? Acaba dökülen dizeler, hangi sökük heybeden, hangi delik sepetten; asıl verim ölçümü bu. Öç Terimleri bir opus olarak kafamda biterek kelime ambarına istiflenirken Kemansız Kare’nin omurgası olan Gündeşlikler’i, bölümler hâlinde okurla randevulaştırmıştım bile. Demek ki hayatımda sürpriz secdeler fazla. Doğallıkla, secdedeyken ayaktakileri iptal ediyorsunuz. Ayaktakiler de sizi umursamayarak silinmişliğe gömüveriyor. Sürekliliği kimse zimmetine geçiremez, hediye olarak veremez. Dünyanın üzerinizdeki imzasına izniniz, rızanız var mı; işin maliyet rayici burada bana göre.
- İsa’dan Önce Gül adlı kitabınızın ilk şiiri münacat. Klasik münacatın aksine yaşanan modern hayatla hesaplaşan, teslimiyeti akla tercih eden, rozetten, neondan, kravattan ve de ‘adam olmaktan’ sakınan muhalif bir şiir ve bu şiir damarı kendine mahsus bir sentaksla son şiirlerde de kendini gösteriyor diyebilirim. Hırkalarımız küstah/kaşıkladığımız çorba sinsi mısralarında yine modern hayata yöneltilmiş bir şiirsel örgütlenme var. Modern hayatla Mustafa Muharrem’in alıp veremediği nedir?
- “Şiirsel örgütlenme” tanımı, alıntılanan dizelere ve bu dizelerin yer aldığı şiirin bütününe yapıştırılmış bir defo etiketi sanki. Hem şiirsel nitelemesine gideceğiz, yani, şiire benzer, şiir değil ama şiirin çok uzağında da gezinmiyor cinsinden, poetik değer biçeceğiz; hem ardından kitlesele yönelik bir kemend atacağız. Sorunuzun iyi niyetinden kuşkum yok, tashihine girişmek de nezakete aykırı. Son cümlenin terasına çıkalım en iyisi. Modern hayatla koz paylaşmıyorum ki ben. Şeyler düzeninin iktidarından yana durmuyorum. “Kesret”in faklarına basmamak titizliği benimki. “Rozet” kölelik damgası; “neon” yıldızdan, aydan, güneşten nasiplenmeyip kibrit aydınlığını Tanrılaştırma cehaletidir. “Kravat” Rabbanî hiyerarşiye karşı körleşip egemen dereceler içinde konum bulma gayretidir. Üstünlüğün, takva yerine kişioğullarına özgü hırslara, hedeflere, çözümlere uyum performansı ile sağlandığına inanılan kolektif sapmaya itirazdır bu. Modern hayat, modern ekonomi, modern hukuk, modern bilgi ve modern devlet sayesinde insana sızar. Kâr maksimizasyonuna ve bunun yönetimine ait kurallara bağlı epistemik bakış, yasal şiddet aygıtı olan organize bir erkin himâyesi kurgulanmadan, aramızda dilediği gibi dolaşamaz. Serbestiyet insan olmamayı garantilediğinde özgürlükçü paradigma dolayımında her şeyi ve herkesi kendi terbiyesinde eritir. “Rozet”iniz, size el sürülüp sürülemeyeceğine, ceket iliklenip iliklenmeyeceğine dair bir emirdir de. “Neon”ların zaptettiği gece, gündüze nanik yapar. “Kravat” sicil numarasından, yetkiden, resmî fonksiyondan ibaret bir role kilitler kişiyi. Mustafa Muharrem’in modern hayatla bir alıp veremediği yok; hilebaz “geçer”in gemisinde miçoluktan, tayfalıktan kaçıp “değer”in ve “doğru”nun adasına sığınmak isteği var.
- İlk şiirlerinizden itibaren papatya, zambak, menekşe, vişne, zeytin, gül, begonya, yağmur, keman, leylak, karanfil, açelya, akordeon, nar, çello, gelincik, manolya, nergis, caz gibi tabii unsurlarla müziğin birlikteliği göze çarpıyor. Bu bir tür saflık ve güzellik arayışı mıdır ya da
müzik ve tabiat sizde neye tekabül eder?
- Divan şiirinin kendi üst kodu ve bunu bire bir somutlayan simgeler menüsü vardır. Hiç kuşkusuz bu kod, divan şiirini doğurup besleyen ontolojik, epistemik ve estetik kabullerden bağımsız düşünülemez. Evrenin canlı tefsirine yaslanan kozmolojik bir kestirimdir bu kabaca. İnsan tabiatın nasıl bir uzvuysa, evren de öznenin yorumudur. Bunu gayb ile şuhud arası diyalektik olarak açımlayabiliriz de. Bizim çiçekler veya diğer homo-sapiens olmayan varlıklarla bir arada yer aldığımız kompozisyon, aşkın ilkenin ezgisel bütünlüğünden işitebildiklerimizden oluşur. Kalbimizin alanı, görme-duyma yeterliğimizin hacmi kadardır çünkü. Kuyunun dibindeysek rasatımıza düşen, o kuyu ağzının genişliğine tâbî bir göktür en fazla. Ben ayrıca, şiirde tabii unsur vs. dedektifliği peşinde koşmayı akademik hokus pokus sayarım hep. Şiiri narkozlayıp ameliyat masasına yatırırken acaba cerrahî bir müdahale zorunluluğu mudur bu, organ hırsızlığı mı; ülkemiz şiir mecraı bu netlikten de dürüstlükten de uzak ne yazık ki. Kirpiğe, sen neden gözün üstündesin, diye çıkışıyor mu kimse? Irmakta sürüklenen yaprağı mayosuz yüzdüğü için kınayana, ayıplayana veya cüretinden dolayı alkışlayana rastlamayız. Müziği piramidin tepesine koyarım ben. Kevniyetin sesi olarak dilsizliğin, dillenme aczine boyun eğmemenin terbiyesidir o benim açımdan. Saflık ve güzellik aramak, varlık tabakalarının harmonisinden habersizlerin çırpınışıdır. Ben aksine, başlangıçtaki saflığın üstümüzdeki denetiminden öğrenilecek yordama kavuşma yolcusuyum.
- Şiirinizde Adem ile Havva, Ferhat ile Şirin; İsa, Meryem, Yakup ve Yusuf peygamber gibi isimler eşliğinde kadim geleneğin izlerini sürüyorsunuz. Bir şair için geleneği yeniden üretmenin yordamı hakkında neler söyleyebiliriz? Günümüzde bu ne kadar mümkün? Çünkü diğer yanda şiirinizde birer özel isim olarak Che ve Humeyni gibi popüler devrimciler, öte yandan da Slyvia Plath ve Türkan Şoray gibi sanatçılar da var.
- Gelenek bizlerin yağmalayacağı bir kelime kolonisi midir? Elbette hayır. Sünnetullah’ın tarihsel biyografisi, daha çok; her koşulda hanif kalmak, ayaklarını tevhîde sabitleme hattını içselleştirmek. Geçmişi bugünleştirmek, aksi hâlde müzecilikten öteye gitmez hiçbir şekilde. Klasik, deniz savaşında gemilerin alacağı harp düzenine denir antik Yunan döneminde. Şairin geleneği restore ya da rekree etme yükümlülüğünden daha yukarıda, rubûbiyet ile insanı yüzleştirmek sorumluluğu olduğu kanısındayım ben. Che yirminci yüzyılda Zaloğlu Rüstem’in yeni formu olarak düşünülebilir pekâlâ. Fakat Humeynî’nin altını çizmek için popüler devrimci sıfatına sarılmak, haksızlık bence; ârifliğini perdeliyor bu sıralama. Sylvia Plath ya da Türkan Şoray; bu serüvenleri gelenek dışında algılamak ne denli mümkünse Hz.İsa’yı, Hz.Meryem’i Kurt Cobain’den Jan Garbarek’ten kopuk düzleme oturtmak o düzeyde parçacı bir yaklaşım koyar. Gelenek bize karşı vefâsız ve hâin olmaz hiçbir zaman. Ama biz piçleşmekten medet umuyorsak, kim bize oğul der, ayrıca değerlendirmeli bunu. Ben kendi adıma, geleneğin genetik emniyeti altında kalmayı yeğleyenlerdenim, üvey baba istemediğim için.
- Mustafa Muharrem takip edenler aynı zamanda onun güncel poetik (ya da politik mi desek acaba?) yaklaşım ve tartışmaların dışında daha çok şiirin felsefik temelleri üzerine düşünmeye çalıştığını da bilirler. Bu açıdan baktığınızda kendinizi İkinci Yeniden bu yana geliştirilen şiir akımlarından hangisine daha yakın ya da uzak buluyorsunuz?
- Konjonktür bulutları her yanı kaplasa da, geçip giderler sonuçta. Güncele bulaşmak, gerçekliği ipleyenlerin manevrası, hakikat ile arasını düzeltmek arzusunda olanların değil. Gerçeklikle kapışmak, gerçekliğe uyum sağlamak yerine gerçekliği aşmak: Çabam bu yönde gelişti şimdiye kadar, günceli, gerçekliği ıskalamadan ama. Şiirin temellerini irdelemek, insan olmaklığın eşilmesidir aynı zamanda, hikmetle iletişimin kesildiği ânları saptayarak yaşamayı onarıma götürme samimiyetidir. Poetik ve politik tartışmaların ahlakî esenliğine bakalım bir de. Kendi ârızası çevresinde kümelenme bekleyenlere diyeceğim yok; herkesin çobanı, kavalı ve değneği kendine. İkinci Yeni de dahil, bütün akımlara eşit uzaklıktayım. Dolayısıyla hepsine eşit yakınlıktayım. Konvansiyonel bir cevap oldu bu gerçi.
-Rahmetli Zarifoğlu, ilhamı beklemem getiririm, diyordu. Akif ise şiir için yüzde doksanı çalışma yüzde onu ilham, diyordu. Biraz özele inersek, şiiriniz ilham ve çalışma ikilisi açısından bu iki isimden hangisine daha yakındır acaba?
- Şiirin Fiilleri Hakkında isimli poetik denemelerimi toplayan bir kitabım var biliyorsunuz. Orada, şiirin bizi yaptığını ileri süren bir perspektifi savunuyorum ısrarla. İlhâm ile çalışma, benim şiirimin iki kanadı. Çalışma, ilhâma sadakatin, ilhâmın emanetini firesiz kayıpsız taşıma mesuliyetinin verdiği fedailik görevinden başka bir şey değil.
-Gene yukarıdaki sorunun devamı olabilecek nitelikte, özel bir soruyla devam etmek isterim, estetik açıdan kusursuz ve bir o kadar da zor nüfuz edilebilecek bir şiir yazıyorsunuz. Kuyumculuktaki bu hassasiyetin zorluk derecesi nedir? Ya da hayatınızda şiirin tuttuğu yerin ağırlığı ne kadardır ki bu kadar işçilik istiyor sizden?
- Zor nüfuz okuyucunun optik sorunudur; bu bütün eserler için böyle. Okuyucunun yapıtı kendine denkleştirmek istemesine saygı duyarım. Ama herkesin kolay zaptedeceği, kolay koşturacağı küheylan, epey bir ehlîleşme acısına borçludur bu kullanışlılığı. Yazdıklarımdaki işçilik, şiirin patladığı yere gösterilmesi gereken hürmetten kaynaklanıyor. Boş vermişlik, “hayret”in giyebileceği kostüm olamaz. Reeli ciddiye almak mı, ciddîye reelin kaptan köşkünü bırakmak mı? Hangisi bizi adl üzre kılar, kâim bi’l-kıst yapar? Alelâdenin zorbalığına teslimiyet, ahlakî bir tavır mıdır? Şiirin beni yapmasına, beni tamamlamasına teşekkür etmeyecek kadar nezaket yoksunu değilim. Ayrıca, şiir benden işçilik beklemiyor; emanetine ehliyet istiyor.
-Son olarak, her şaire sorduğum soruyu size de sormayı isterim. Mustafa Muharrem daha çok kimlerle, hangi şairlerle anılmayı ister?
- Kimlerle mi anılmak isterim, örnekleyeyim: Kiraladığı damatlık takımı düğünden sonra iade etmeyip hiç çıkarmayanlarla asla yan yana, alt alta, hiçbir sayfada, hiçbir paragrafta, hiçbir satırda bile sıralanmamak… Bunu kendime matuf bir tahkir ve tezyif sayarım. Kimlerle peki? Niyazi-i Mısrî ve Şeyh Galip’le; Ahmet Haşim ve Asaf Hâlet’le, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve hassaten, Cahit Zarifoğlu ile; Ece Ayhan ve Hüseyin Atlansoy‘la. Neşet Ertaş’la. Ama mezkûr şairler benimle anılmaya ne der, bu tereddütü de fosforlamazsam had bilmezliğin küfüyle çürümekten korkarım.