Nuraydın Arikan: Ortaya çıkarılması gereken bence çok fazla şey var
“28 Şubat sürecinde yaşananların medyaya düşen kısmına ilişkin ortaya çıkarılması gereken bence çok fazla şey var.”
Söyleşi: Asım Öz
Nuraydın Arıkan’ın 28 Şubat Sürecinde Medya adlı çalışmasında, haber kullanılarak propagandanın nasıl yapıldığı, 28 Şubat sürecini temsil ettiği düşünülen bir tarih aralığı ele alınarak değerlendirilmiştir. Değerlendirmede genel olarak medyaya bakıldığı gibi, özel olarak dönemin etkili haber programı Arena’nın haber seçimi, işleyişi, yapımcısı ve sunucusu Uğur Dündar’ın 28 Şubat sürecinin etkileyenleri ve etkilenenlerine nasıl baktığı da incelenmektedir. Bu amaçla Arena programının 1996-1997 yayın dönemindeki haberlerinin içerikleri incelenmiş, Uğur Dündar’ın Hürriyet gazetesindeki yazıları yorumlanmıştır. Çalışma; Dündar’ın yazılarının ve onun kararlarıyla şekillenen Arena programı haberlerinin, elde edilen diğer bulgularla birlikte değerlendirildiğinde, 28 Şubat sürecine nasıl etki ettiğini ortaya koymaktadır. Arıkan’la kitabını ve 28 Şubat sürecinde Arena programının nasıl bir rol üstlendiğini konuştuk.
Arena programı deneyiminiz var. Buradan başlayalım: Bu kitabı neden yazdınız?
Aslında ben bunu kitap olarak düşünmemiştim. Yüksek lisans tezi olarak yazmıştım. “Neden yüksek lisans tezi olarak bu konuyu seçtin?” diye sorarsanız; bunun çok fazla gerekçesi var. Öncelikle tezimde Arena programının çalıştığım dönemini incelemek istemiştim ama konuyu bir yerinden alanım olan halkla ilişkilerle ilişkilendirmek zorundaydım. Bu nedenle o dönemin propagandayla, siyasi propagandayla olan ilişkisini incelemeye karar verdim. Malumunuz olduğu üzere o dönemdeki en önemli siyasi propaganda olayı 28 Şubat sürecinde yaşananlar.
O dönem eğer medya olmasaydı, medyanın desteği olmasaydı 28 Şubat da olmazdı. Medya, ya doğrudan, talepsiz destek verdi ya da destek vermeye zorlandı. Benim tezimde bununla ilgili tespitlerim, analizlerim var.
Arena’da çalışmaya başladığımda 22 yaşında bir iletişim fakültesi öğrencisiydim. Henüz çok genç ve tecrübesiz bir medya çalışanı olsan da, biraz da algı kanalların açık birisiysen, içinde bulunduğun ortamda yaşananları hissediyorsun. Günlük telaşe içinde içinde olan bitenle doğrudan ilgilenmiyorsun, belki sorgulamıyorsun ama içinde bir iz bırakıyor yaşadıkların. Ama hem umursamazlık hem de ekonomik vs. nedenlerden ötürü sesini çıkaramıyorsun. Ayrıca çalıştığın program o günler için Türkiye’nin en önemli haber programlarından biri. Orada çalışmak çok “önemli” bir durum. Bunu kaybetmekten korkuyorsun. Ayrıca itiraz etsen kimse zaten dinlemez. Açık söylemek gerekirse yine o yoğunluk, telaşe, başka dertler içinde yaşadığın dönemin farkına varamıyorsun.
Olan bitenin farkına ancak herşey bittikten sonra, sular durulduktan, taşlar yerli yerine oturduktan sonra varabiliyorsun. Zihninde bir sürü parçayı birleştirince anlıyorsun o dönemde neler yapıldığını, nelerin, ne için yapılmış olabileceğini.
Ayrıca şöyle bir durum da var. Ben çok zor bir iş olmasına, insandan çok fazla şeyler alıp götürmesine rağmen yaptığım işi çok seviyordum. Böyle bir ilgiyle yaptığın işteki bazı sorunları sorgulamıyorsun. Türkiye’nin en tanınmış, en çok izlenilen programında çalışıyor olmak duygusu sana bir yerde yetiyor.
Ama 28 Şubat sürecinin genel olarak Türk haberciliğine, özel olarak Türk televizyon haberciliğine ve Arena’ya yaptıkları beni ve benimki gibi birçok arkadaşımı sevdiğimiz işi yapmaktan alıkoydu. Kısaca biraz da içimde, haklı mıyım-haksız mıyım bilmiyorum ama, şu anda yapmak istediğim o işi yapamıyor olmanın vermiş olduğu kızgınlık durumu da var. Çünkü Arena’nın en parlak zamanlarıydı o dönemler. Her ne kadar bugün sorgulasam da Arena’nın o günlerine yönelik bir özlem hâlâ içimde var.
Ama bu tezi ya da kitabı yazmamdaki asıl neden, bir kısmına şahit olduğum bir dönemi biraz olsun ortaya çıkarmaktı. Uzun yıllar, hem de Arena gibi teknik anlamda deneyimli bir yapıda edindiğim tecrübeyi kullanarak, sokaktan geçen insanın çözemeyeceği bazı konuları ortaya çıkarmaktı. Çünkü bu ülkede, ve de dünyanın büyük bölümünde, yazılı olana bir şekilde ulaşılabiliyor. Yazılı basında yer alan sonradan tetkik edilip irdelenebiliyor ama görsel basın için bu durum söz konusu değil. Televizyonlarda yapılanlar maalesef bir süre sonra unutulup gidiyor. Bu bir de vatandaşın olağanüstü unutma yeteneği ile birleşiyor. Bu yüzden herhalde, televizyonda kahraman olmak çok kolay. Yapılan kasıtlı ve kasıtsız yanlışlar zihinlerden bir süre sonra silinip gidiyor. Televizyon starlarının en başta oluşturduğu genel, olumlu imaj hep kamuoyunun aklında kalıyor. Biz de doğru dürüst görsel medya çözümlemesinin olmaması da buna imkan sağlıyor.
28 Şubat sürecinde yaşananların medyaya düşen kısmına ilişkin ortaya çıkarılması gereken bence çok fazla şey var. Bunlar biraz medyadaki arkadaşların önemsememelerinden, biraz da ne yaşadıklarının farkına varmamalarından dolayı ortaya çıkmıyor. Ayrıca ekmek kavgası da, bunların ortaya çıkmamasındaki bir diğer etken. Ben de şu anda halen çalışıyor olsaydım, bu konularda biraz zor yazardım, onu biliyorum. Bu nedenle kimseyi neden yazmıyorlar diye sorgulamıyorum. Kısaca yaşadığım, farkına vardığım, başkalarının da bilmesini de istediğim bir dönemi, “yanlış” olduğunu düşündüğüm bir dönemi, medya eleştirisi bağlamında yazmak istedim. Akademik çalışma yapıyor olmak da bu anlamda fırsat verdi. Zaten dediğim gibi yazdıklarımla hiç kimsenin bilmediği sırları, kozmik odalardaki bilgileri, perde arkası itirafları ortaya çıkarmış değilim. Sadece bir bütün olarak bakıp analiz yapıyorum.
Peki bu kitabı yazdığınız için mutlu hissediyor musunuz? Omuzlarınızdan büyük bir yük kalktığını ya da?
“Mutlu hissetmek” abartılı bir ifade olur. Daha doğrusu bu kitabı yazdığım için mutlu hissetmek abartılı olur. Karışık duygular içindeyim. Çünkü bir yanda gerçekten severek, isteyerek çalıştığım, teknik açılardan Türk televizyon haberciliğinde öncü olarak gördüğüm bir program var. Ki çok yoğun, yorgun günler geçirmeme rağmen, gençlik günlerimin en güzel anlarından çok şey vermeme rağmen özlediğim günleri ifade ediyor bu program.
Uğur Dündar için de aynı şeyler geçerli. Türkiye’nin en tanınmış televizyon habercisi ile 4 yıl çalıştım. Her konuda birebir onunla aynı düşünmem zaten olanaksız. Kendisiyle aynı düşünce dünyasından değilimdir ama mesleki anlamda çok şey öğrendiğim birisi. Ayrıca, başkaları belki farklı düşünür ama günlük hayatta insani olarak da, onun konumundaki pek çok insana göre iyi bir insandır Uğur Dündar. Programda çalıştığım sürede de, bittikten sonra da mühim şeyler olmasa da, iyiliklerini gördüm. Günlük hayatta çok zarif, kibar bir insan olduğunu düşünüyorum. Mesleki anlamda “sert” olduğuna, insafsız olduğuna dair hikayeler dinledim. Ama ben birlikte çalıştığım dört senede buna şahit olmadım. Ayrıca işine olan saygısı ve düşkünlüğü de pek çok kişiye ders olacak niteliktedir. Gecenin saat üçünde kaset deşifrelerinin nasıl gittiğini kontrol etmeye geldiğini, televizyon starı olmasına rağmen gece sabaha kadar kamera ile birlikte haber için takip ettiği kişilerin kapısında nöbet tuttuğunu bilirim.
Ama öte yandan hem televizyon haberciliği anlamında hem de siyaseten, ülkem açısından yanlış olduğunu gördüğüm şeylere şahit oldum. Tahmin ettiklerim dışında bunu hangi saiklerle yaptığını bilmiyorum ama Uğur Dündar o dönemin güçlülerinden yana tavır aldı. 28 Şubat sürecini koordine edenlerle birlikte hareket edip, programı da ona göre biçimlendirdi. Muhtemelen, bunun büyük kısmını zorla değil de isteyerek yaptı. Yani dünya görüşüyle doğru orantılı olduğu için programındaki tercihlerini bu doğrultuda kullandı. Bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Böyle yaparak “kamu yararı” ilkesine göre hareket etmediğini düşünüyorum.
Bunu eleştirmeye kalkışırken bu iki duygunun yarattığı çelişkinin arasında kalmadığımı söylersem yalan söylemiş olurum. Ama sonra sakin kafayla tekrar tekrar düşündüğümde bunun böyle olmayacağına kanaat getirdim. Nihayetinde bu bir eleştiri. Herkes eleştirilebilir, bu kişilere Uğur Dündar da dahil. Üstelik benim yaptığım ağır, mesnetsiz, haksız bir eleştiri değil. Gayet edepli, üsturuplu, ince bir eleştiri. Başka konulara girmeden mesleki tercihlerine getirilmiş bir eleştiri. Uğur Dündar’ın böyle bir eleştiriyi, olumlu anlamda söylüyorum, hak ettiğini düşünüyorum. Kişisel saplantılara takılmadan yapılmış, yaptığı işler üzerinden eleştiri. Türkiye’de genelde eleştiri denince akla gelen “hakaret etme” çabasının dışında bir eleştiri. Hatta, şöyle söyleyeyim, ben zaman zaman kendimi bile daha ağır eleştiririm.
Bu konuyu Uğur Dündar ile konuştunuz mu? Haberi var mıydı?
Hayır, maalesef konuşma imkanım olmadı. Çok uzun süredir yüzyüze görüşmedik. Sadece tezimin başlangıç aşamalarında Arena ekibinden arkadaşlarımdan o döneme ait yayın bantlarını istediğimde söylemiştim. Ama olumsuz yanıt almıştım. Yayınında bizzat çalıştığım bantlara ulaşamamıştım anlayacağınız. O dönem biraz bahsetmiştim tezden ama konunun bu aşamaya geleceğini, ben de bilmediğim için bahsedememiştim. Uğur Bey’in tezimin kitap olarak yayınlanacağından, kitap çıkana kadar da haberi olmadığını sanıyorum.
Çalışmanız kuramsal kısım ve bizzat Arena prıgramını çözümlediğiniz bölümlerden oluşmakta. Bu iki yönüyle kitabınız için, Latin ekolünün medyayı siyasal-ideolojik-kültürel kürenin bir parçası olarak ele alan anlayışıyla İngiliz medya eleştiri ekolünün önemli bir özelliği olarak öne çıkan daha somut, daha seçici ve inceleme alanı daha dar bir tahlil yöntemini birlikte kullanıyor denilebilir mi?
Genel değerlendirmelerim için Latin ekolü olarak nitelediğiniz ekolün söylediklerini dikkate almış olabilirim. Bunu yaparken bu amacı güden çalışmaların verilerini kaynak olarak kullandım. Aslında bu konuda çok da net değilim. Çok sistematik bir medya yapısının, adeta bir merkezden yönetilen ve çok yeri idare edebilen bir medya yapısının, “komplo” teorilerine çok açık bir açıklama olduğunu düşünüyorum. Burada da, ekonomi için söylenen “görünmeyen el”e benzer bir elin herşeyi kontrol edip, yönlendirdiği gibi ucu açık, tartışılır bir açıklamanın yeterli olmadığını, hatta –daha da ileri gideyim- çok ısrarcı olunursa bu anlayışın, medyanın gerçekçi eleştirisini geçersiz kılacağını düşünüyorum.
Eğer kıta Avrupasına ait anlayışla yapılırsa medya analizlerinin daha da geçerli olacağını düşünüyorum. Her medya yapılanması, uygulaması özelinde yapılacak ayrıntılı analiz, bir şeyleri izah etmek açısından daha geçerli olacak gibi geliyor. Günümüz medya anlayışının aslında böyle analiz edilirse daha başarılı olunacağını sanıyorum. İngiliz ekolünün şöyle bir riski var: Bu şekilde davranıldığında doğrudan bir şeyleri karşına alıyorsun. Bunun bir tehlikesi var. Ayrıca daha titiz ve dayanaklı çalışılması gerekiyor. Genel yaklaşımda çok kolay genellemelerle pek çok şeyi ifade edebilirsin. Ama sonradan dönüp bakınca çok mesnetsiz duruyor eleştirinin bu çeşidi. Herhangi bir şeyi analiz edip, ayrıntıya inip, genellemeyi okuyucuya bırakmak bence en mantıklısı.
Uğur Dündar ve programı Arena’nın genel olarak resmi ideolojik görüş doğrultusunda bir bakış açısı var.Bu bakış açısı 28 Şubat sürecinde nasıl bir işlev gördü?
Resmi görüş doğrultusunda bir fikre sahip olmasında ve programının böyle şekillendirilmesinde bir mahsur yok. Bu bir tercih meselesi. Ama resmi ideolojik görüş taraftarlığının, tarafsızlık olarak algılatılmasına çalışılmasında bence problem var. Resmi ideolojik görüşün sorunsuz olması gerekiyor bence savunulması için. Ama Türkiye’de resmi ideolojik görüşün, kendilerini mutsuz hissetmesine neden olan topluluklar var olduğu sürece, bu ülkede herkesin mutlu, mesut olmasını sağladığını iddia etmek güç. Yani resmi ideolojik görüşün benimsenmesinde bir sıkıntı yok, sorunlu bir resmi ideolojik görüşün benimsenmesi ve bunun propagandasının yapılmasında sorun olduğunu düşünüyorum. Gerçi insanın, “resmi ideolojik görüş” olunca şartlı refleksle bir karşıtlık oluşturası geliyor niyeyse. O ayrı bir tartışmanın konusu.
Uğur Dündar’ın resmi ideolojik görüşle doğru orantılı bakış açısı, bu resmi ideolojinin temel dayanağı Türkiye’de Silahlı Kuvvetler olduğu için, onlara destek verici bir misyon edinmiştir. Yaptığı haberleri “talimatlarla” yaptığına ilişkin elimizde bir delil yok ama o dönemde yapılan haberlere baktığınızda bu TSK ile paralel doğrultuda bir yayın anlayışı olduğu ortaya çıkıyor. Yayınlarını o dönemin konjonktürüne uygun kaygılarla yaptığı belli oluyor. Bunu yaparken kendine has yöntemlerle tarafsız ve sorumlu yayıncılık anlayışıyla yaptığı izlenimini vermeye çalışıyor. Ama vermek istediği bu izlenimle haberlerdeki agresif tavrı fazla fazla çelişiyor. Uğur Dündar’ı hem televizyonda hem de radyoda vs. hala takip ediyorum. O dönem ki sert üslupla olmasa da bugün de benzer doğrultuda bir yayın anlayışını sürdürüyor.
Merkezi medya-siyaset, daha açıkçası, büyük medya sermayesi ile siyasal iktidar ilişkisinin meslek kurallarını zorlar duruma gelmesi darbe dönemlerinde daha da belirginleşiyor diyebilir miyiz?
Çalışmamda da belirttiğim gibi bunun Türkiye tarihinde çok fazla örneği zaten mevcut. Sedat Simavi’nin Emin Çölaşan’a söylediği bir söz var: “Basın için dünyada ‘Beş büyük kuvvetten biridir… Dördüncü kuvvettir’, derler. Bu söz, Türkiye için geçerli değil… Hâkimiyet, elbette ‘Kayıtsız şartsız milletindir’… O, başka… Ama birinci kuvvet, Türkiye’de ordu mu? Hayır… Basındır… İkincisi, ordudur… Çünkü orduyu, ihtilallere basın hazırlar…”. Bir basın efsanesi olarak değerlendirilen Simavi’nin söyledikleri bunun en önemli delili. Basının aslında güçlü ya da güçlü olmaya çalışan veya gücünü arttırmaya çalışan iktisadi yapılanmaların bünyesinde yer alması, onları kendi güçlerine bir faydası olacak kişi ya da grupların yanında olmaya zorlar. Bunu tahmin etmek zor değil.
Türkiye’de de Silahlı Kuvvetler’in gücü dikkate alındığında, hele ki bu güç darbe durumlarında “tek güç” haline dönüştüğü için, ekonomik yapıya ilişmiş medya kuruluşlarının da darbecilerden yana olması şaşırtıcı değil. Bu durum darbe dönemlerinde sadece belki daha da belirginleşiyordur. Çünkü en azından o dönem için bu tavrın basın kuruluşlarına yaptığı katkı ya da Silahlı Kuvvetler’in karşısında olma durumunun kaybettirme ihtimali en net halini alıyor.
28 Şubat sürecinde de bu böyle olmuştur. Medya organları üzerinde, ki bunların bir kısmının sahipleri yurtdışında eğitim görmüş, yaşamış, oradaki mantığı özümsemişlerdir. Askerin baskısına alışkın olmadıkları için ilk başlarda kendilerince direnmişlerdir. Ama daha sonra Silahlı Kuvvetler’in en tepesinden telefonlarla, çeşitli görüşmelerle gelen tehditlerle sinmek durumunda kalmışlardır. Çevik Bir’in Erol Aksoy’a söyledikleri, Mehmet Altan’a yapılan tehditler ve belki de daha pek çok hiç bilmediklerimiz var. Bir kısmı da ekonomik kayba uğramamak için her denileni kabul etmişlerdir.
Ama medya açısından en vahimi kanaatimce, olası darbeyi sırf menfaatleri öyle gerektirdiği için kışkırtan basın kuruluşlarıdır. Bunlar da bütün darbe dönemlerinde ve sonrasında net bir şekilde ortaya çıkıyor. Darbe anı ve sonrası bütünüyle değerlendirildiğinde böyle tavır alanlar iyot gibi açığa çıkıyor.
İncelediğiniz dönem olan 1996-1997 yayın dönemi Arena programının diğer medya tarafından dikkate alındığından söz ediyorsunuz. 3 Ekim 1996 ile 12 Haziran 1997 arasındaki 30 bölümlük Arena diğer medya organlarına hangi noktalarda etkiledi?
Bunu söylerken; Arena ve Uğur Dündar’ın gündem belirleme gücünü kast ettim. Dündar, zaten yöneticiliğini yaptığı Kanal D’yi tamamen, aynı gruptaki diğer medya organlarını da kısmen etkiliyordu. Ama geri kalan medya da Arena’nın, Kanal D haberin, Uğur Dündar’ın “gündem” diye yarattığının peşinden gidiyordu. O dönemde önemli gündem yaratanlardan biri de Hürriyet gazetesiydi. Bu şekilde Türkiye’de hangi konuya hassasiyet gösterilecek ve ön plana çıkarılacak sorusunu cevabını belirliyorlardı.
Arena bugün bile pek yaklaşılmayan çok izlenme oranlarına sahip bir programdı. Hem ticari olarak onun haberlerini takip etmek hem de habercilik mantığına uymak kaçınılmazdı. Tabi buradaki, Hürriyet gazetesi ve diğer Doğan grubu yayın organlarının verdiği promosyonel desteği de unutmamak gerekiyor. Doğan grubu yayın organlarının birbirine verdiği destek bunların yayınlarının kıymetini arttırmakta, daha çok duyulur hale getirirken, etkisini de arttırmaktaydı.
Gazeteciliğin en önemli unsuru olan haberin üzerine gidiyorsunuz. Haberin ardındaki siyasal-ideolojik- iktidar konularına değiniyorsunuz. 30 bölümdeki 14 haber içinde öne çıkan haberler hangileri?
Kanaatimce en öne çıkan haberler, Emire Ersoy Kalkancı’nın, Fadime Şahin’in, Ali Kalkancı’yla bağlantı kurulan haberin ve Flash TV’ye program yapan iki tiyatrocunun şarkı sözlerine Arena ekibi tarafından çekilen klibin konu edildiği haberler olmuştur.
Peki bu ideolojikliğe karşın Arena’nın kendisini kamu hizmeti medyasının bir parçası olarak kodlayabilmesini mümkün klan koşullar nedir?
Bunu sağlayan etkenlere ilişkin bir çözümlemeyi aslında kitapta yapıyorum. Bu, Uğur Dündar’ın 40 yıldır, büyük bir çabayla oluşturduğu imajının bir etkisidir kanaatimce. Dündar, kişisel imajına çok hassasiyet gösterir. Bu, adeta iş disiplininin bir parçasıdır. Bundan da konuşmalarında da sıkça bahseder. Çalışmamda bir kısmına yer veriyorum. Kendisini kamuoyuna çok iyi tanıtmıştır. Kişisel halkla ilişkilerini çok iyi yapmakta, bunun için ciddi çaba sarf etmektedir. Etrafında bir “güven” halesi oluşturmuştur. Bunu çok sistematik bir şekilde yapmıştır.
Bunu kınamak için söylemiyorum. Kendisini televizyonda güvenilir bir kişi olarak göstermeyi hedef seçmiş kişinin bu şekilde, sistematik bir imaj oluşturması anlaşılabilir bir şey bence. Ama, günümüz koşullarında böyle bir imaj oluşturmak 20-30 sene öncekine göre daha zor. Artık her imajın aslında bir karşıt-imajının da olduğunun ortaya çıkması çok kolay. Bu nedenle Türkiye’nin ben bir kez daha bir “Uğur Dündar”la tanışacağını zannetmiyorum. Koşullar artık bu derece ikon gazeteci/televizyoncu kimliği oluşturmaya mümkün değil.
Türkiye'de kamuoyu oluşturmak açısından TV'nin gücü belli…Uğur Dündar görsel olarak yayımlanan Arena dışında gazetede yazdığı yazılarda bu sürece ilişkin yazdıklarıyla da tam bir iletişim laboratuvarı konumunda olduğunu ortaya koymuş anlaşıldığı kadarıyla… Dündar’ın Hürriyet gazetesindeki yazıları ile Arena programı arasında nasıl bir ortaklık var?
Uğur Dündar, programında işlediği konularla paralel konuları yazılarında işliyor. Birbirini destekleyen konuları kendisine seçerek yapıyor bunu. Kimi zaman Arena’da yayınlamasının ya da söylemesinin programa ve imajına zarar vereceğini düşündüğü konuları, yorum yapma özgürlüğünü kullanarak köşesinde yazıyor. Hatta bunu yaparken zaman zaman insafsız bir tutum izlediği de oluyor. Alaycı, ironik bir dil kullanmayı tercih ediyor.
Dönemin Sağlık Bakanı merhum Yıldırım Aktuna’nın bir defilede, belli ki özel çaba gösterilerek çekilmiş fotoğrafının altına yazdıkları bu katı tutumuna örnek olarak gösterilebilir. O dönem, yanılıyor olabilirim ama, Yıldırım Aktuna ile arasında geçmişten gelen bir tanışıklık olduğunu da zannediyorum. Buna rağmen Yıldırım Aktuna’ya yüklenmekten çekinmemiştir. Bu baskılarla istifa ettiğine dair elde delil yok ama Aktuna 28 Şubat sürecinin ilk istifa eden Bakanlarından oldu bildiğiniz üzere.
Zaman zaman köşesinde yazdığı bir yazının boşluklarını programda dolduruyor, zaman zaman da tam tersini yapıyor. Kısacası o dönemde köşe ile program birbiri ile koordineli olarak, birbirini destekleyecek şekilde hareket ediyor. Bu da Uğur Dündar’ın, Memduh Özdemir’in söylediği “korkutucu bir şekilde iz sürme”, “haberlerine konu olan insanlarla sonuna kadar uğraşma” tespitini tamamlayan bir durum.
Arena programını tarafsızlık, nesnellik, profesyonellik gibi özellikle medya eleştirisinde sık geçen kavram ve olguların üzerinden okuduğumuzda ele aldığınız bölümler özelinde neler söylenebilir?
Dündar, “sorumlu gazetecilik anlayışımız gereği”, karşı taraflara da söz veriyormuş gibi görünme gibi tavırlarla programlarının tarafsız, nesnel olduğu gibi bir izlenim verme ihtiyacını da gideriyor. O bölümlerde de açık bir taraf olma durumu var ve bazı unsurları kullanarak bu taraf tutma durumunu telafi etme çabaları seziliyor.
Ama ne yazık ki, 28 Şubat süreci bu anlamda Arena ve Uğur Dündar için kırılma noktası oldu. Dündar’ın izleyici kitlesi daralmasa da, ona kayıtsız şartsız inanan izleyicilerin sayısında büyük azalma olmuştur. Uğur Dündar’ın popülaritesi hâlâ izlenme oranlarını canlı tutuyor ama söyledikleri, yorumları 28 Şubat öncesine göre daha sorgulanır hale gelmiştir. Özellikle de siyasi konularda inandırıcılık problemi artmıştır. Ama doğrudan yolsuzluk konularına, halkın sağlık sorunlarına, gıda üretimindeki sorunlara eğilse, inandırıcılığında çok fazla bir problem olmayacağını düşünüyorum.
1998’de hazırlanan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nin 'Gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri' bölümünden yola çıkarak sorarsak darbe dönemlerinde gazeteci, mesleğini propagandacılıkla mı karıştırıyor?
Bu sadece darbe dönemlerine has bir durum değil. Gazeteci, farkında olarak ya da olmayarak hep propaganda ya da karşıt propaganda yapar. Saf, yalın haber, kamuoyunu bilgilendirmesi ile karşılaşmak çok zor bir durum.
“Haber” bir güçtür ve çeşitli kişiler ve kurumlar haberleri yönlendirmeyi çok sever. Bu nedenle haberi çeşitli seviyelerde propaganda olarak kullanmak isteyenler her zaman olacaktır. Darbe dönemleri bunun istisnası olabilir! Çünkü o dönemlerde yapılan bütün haberlerde propaganda olmak zorundadır. Aksi halde haberci için çok sıkıntılı dönemler başlayabilir. Bizim tarihimizde bunun örnekleri var. Bizzat Uğur Dündar bile ihtilal dönemlerinde askerlerle sıkıntılar yaşadığından bahsediyor.
Peki bu program Amerikan medyasının 80'lerden bu yana yetkinleşerek kullandığı 'sophistiqué' (mükemmelleştirilmiş, inceltilmiş), desinformation/misinformation (haber çarpıtma/haber gizleme) ve diğer propaganda tekniklerini ne oranda kullanıyor?
Uğur Dündar’ın bilerek yalan haber yayınlayacağını düşünmüyorum. Yani “desinformation”un Arena’da bilinçli olarak yapıldığını zannetmiyorum. Konum itibariyle programdaki herşeye hakim değildim belki, bütün olan biteni biliyor olmam imkansızdı belki ama edindiğim izlenim bu. Bir haber konusu ilk geldiğinde öncelikle doğru bilgilerden oluşup oluşmadığı araştırılırdı. Çalıştığım dönemden edindiğim izlenim bu. Zaten Uğur Dündar da; andıç, Şemdin Sakık’ın ifadeleri konusunda yayınlanan haberle ilgili olarak geçen sene yayınlanan bir Arena’daki sözleri ile bu konuda kaynakları tarafından yanıltılmış olduğunu gösteriyor. Kitapta da yer alıyor bu kısım. Her ne kadar Genelkurmay’dan gelen bir bilginin doğruluğu teyid edilmeden yayınlanabileceği anlamı çıksa da buradaki yanlış yönlendirilmenin verdiği sıkıntı belirgin. Bu da, özellikle o dönemde Arena programının ilişkide olduğu unsurlar tarafından yönlendirmeye açık olmasından kaynaklanıyor.
İlgili Bölüm:
“28 Şubat sürecinde, hatırlarsınız, Genelkurmay’dan bir açıklama yapılmıştı. Şemdi Sakık’ın ifadeleriyle ilgili bir açıklama yapılmıştı, Karargâh’tan gelen bir açıklama. Bunu yayınlayan gazeteciler “andıççı” gazeteciler oldular. Bu, bir kez yaşandı.
Şimdi Genelkurmay’ın yaptığı bir açıklamayı yayınlayıp yayınlamamak gazetecilik kriterleri içinde değerlendirilecek bir durumdur. Tabi ki yayınlanır.”
Ancak haber gizleme ya da haberi yönlendirme konusunda, haber konularını tercih konusunda her habercinin elinde bir güç vardır. Tercih edilmeyen haberlerle de propaganda yapılabilir. Eğer ki Arena gibi etkili bir programın tercih etmediği konular, gündemde kalma şanslarını yitirirler. Tercih edilen gündemi belirleyen haber olacaktır.
Arena da o dönemde tercih ettiği haberlerle gündemi belirlemiştir. Yapılan haberlerde, bir kısmına çalışmamda dikkat çekiyorum, haberin taraflarına eşit davranıyormuş gibi görünüp ama öyle davranmamak konusunda bir çaba olduğunu düşünüyorum. Haberlerde izleyiciyi bir yöne doğru yönlendirip, etkileme çabası açık seziliyor. Sakin bir kafayla, bütün yönleri düşünülerek izlenince haberlerden bu ortaya çıkıyor. Sorulan sorulara verilen cevapların yetersizliğine rağmen yayınlandığını görünce bu ortaya çıkıyor. Soruya cevap, sorulan kişi değil de programın zorlamasıyla veriliyor. Buna haberlerin seyirciye yansıtılmasındaki tercih edilenlere ve edilmeyenlere bakarken, haberdeki hakları gözetilen ve gözetilmeyen taraflara bakarak çıkartıyorum. Haberlerin hassasiyet noktalarına dikkatle bakınca bu ortaya çıkıyor.
Uğur Dündar’ın “Türkiye’de televizyonculuğun en başından bu yana ekranda bulunması gibi nedenlerle izleyici üzerindeki etkisi çok fazladır” diyorsunuz… Chomsky'nin Herman'la birlikte 1988'de yayımlanan medya eleştirisi klasiği 'Rıza Üretmek' yayımlandığından bugüne kadar, saptama ve öngörülerinin büyük bir kısmının zaman içinde ve somut olarak doğrulanmasına rağmen, gerek akademik gerekse profesyonel çevrelerde çok tartışılan bir kitap oldu, hâlâ da tartışılıyor. Bu eser üzerinden Arena’nın rıza üretip üretrmediğini ya da ne kadar rıza üretebildiğini sorguladığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşırız?
Chomsky ile Herman’ın kitabında egemenlerin “rıza üretmek” amaçlı olarak medyayı kullanma çabası aktarılıyor. Arena da, dönemin egemenlerinin isteklerine yönelik rıza üretme çabasının, ya da en azından toplumdaki zihinsel engelleri ortadan kaldırma çabasının aracı olmuştur. Ama bunda başarılı olunmuş mudur? Bu sorunun cevabı tartışılır. Evet, kısa vadede başarılı olunmuştur ki, 28 Şubat sürecinin toplumsal olayları, ışık yakma-kapama eylemleri bunun göstergesi. Ama sonradan 28 Şubat sürecindeki medyanın karşıtı oluşturulduğunda ortaya çıkanlar yavaş yavaş halkın bu konudaki düşüncelerini değiştirmiştir. Öyle ki, bence ikinci bir 28 Şubat girişimi olan 2007 mitingleri ile ulaşılmak istenen noktaya ulaşılamamıştır.
Türkiye’nin 28 Şubat sürecinden sonraki yaşadıklarına bakılırsa, o dönem yapılanlar kısa vadede etkili olmuş ama uzun vadede tersine etki etmiştir. “Rıza üretimi” çalışmasının foyasının çok çabuk çıkacağını düşünüyorum. Her etki, tepkisini ister istemez yaratıyor. O dönem medyadaki tek yanlılığın önde gelenleri, bugünkü medya durumuna kızıyorlar ve “yandaş medya” gibi isimler takıyorlar. Bence, eğer kendi geçmişlerine bakarlarsa, buna hakları yok.
Çözümlemek, eleştirmek olumsuzu sergileyip, olumluya giden yolu gösteriyorsa özel bir anlam taşıyor ya... Uğur Dündar’ın sunduğu Star TV Ana Haber Bülteni’ne 25 Mart 2009’da Ankara’dan konuk olarak katılan ve Ankara Temsilcisi Murat Çelik’in sorularını yanıtlayan Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat’la ilgili açıklamalarda bulunduğu sırada Uğur Dündar’ın alel acele başka bir habere geçtiğini bel,irtiyorsunuz. Bu bağlamda Postmodern darbe sonrasında özellikle ikibinli yıllardaki Uğur Dündar’ı nasıl görüyorsunuz?
Anlayış olarak çok fazla değişmiş görmüyorum. Düşünceleri konusunda tutarlılığını koruyor. Sadece artık olaylara daha temkinli bir dille yaklaşıyor. Ama duruşunda çok bir değişiklik yok. Sanırım bu temkinli davranma durumunun nedeni de, hem 28 Şubat sürecinde kendisinin ve programının yaşadığı kırılmanın farkında olmasından hem de izleyicinin artık daha sorgulayarak izlediğini bilmesinden kaynaklanıyor.
Gazetecilerin kullanılması hatta kimi durumlarda adeta birer tetikçi durumuna düşürülmeleri onları da birer kurban haline dönüştürmüyor mu? Ayrıca haber adına yarı bir danışıklı dövüş durumu söz konusu değil mi?
Gazetecinin bunu hangi bilinçle yaptığına bağlı. Eğer gazeteci zaten bu durumu içselleştirerek yapıyorsa o kişi “kurban” durumuna dönüşmez. Zaten nihayetteki amacı bu. Böylesi bir durumda “bu kişiye artık gazeteci denilebilir mi?” sorusu sorulabilir. Ama gazeteci bir şekilde, çeşitli argümanlar kullanılarak –ekonomik, siyasi vs.- bunu yapmaya zorlanıyorsa, bunun iç hesaplaşmasını yaşadığı için kendisine karşı, zamanla inanılırlığını yitirdiği için kamuoyuna karşı güç durumda kalır. O zaman “kurban” nitelemesi doğru olabilir.
“Danışıklı döğüş” meselesine gelince, günümüzde haber zaten halkla ilişkiler amaçlı olarak kullanılan bir araç olduğu için, genellikle bu durum söz konusu. Haber genellikle pek çok denge gözetilerek yazıldığı için büyük oranda “danışıklı döğüş”. Bundan tamamen yalıtılabilir mi? Hayır. Günümüz ekonomik sistemde, siyasi sistemde böyle bir durum söz konusu olamaz. Çünkü her şey bir şeylerin satışının arttırılmasına yönelik olarak tasarlanıyor. Burada “satış” kelimesini sadece ticari anlamda kullanmıyorum.
Post modern darbe sonrasında bu darbe özelinde ikibinli yıllarda medyada dile getirilen özeleştirilerin bu anlamda doğru yönde bir iyileşme sağlamaya başlayacağını ya da başladığını umabilir/varsayabilir miyiz?
Medya güçler savaşının bir unsuru olduğu için bunu çok zor görüyorum. Bu güç bir dönem bir tarafın eline, diğer dönem diğer tarafın ya da tarafların eline geçiyor. O taraflarda medyayı bir şekilde kendi güçlerini sağlamlaştırmak için kullanıyorlar.
Buna bugünkü medya yapısını örnek vermek istiyorum. Eğer medya bugünkü yapısına kavuşmasaydı, ki hâlâ 28 Şubat sürecinde önemli olan medyanın ve gazetecilerin bir kısmının etkinliği devam ediyor, siyaset bugünkü gibi olabilir miydi? Hatta “siyaset” olabilir miydi?
Kanaatimce 2003’den sonra medya sahipliğindeki dengelerde yaşanan dönüşüm bugünü çok etkiledi. Yandaş medya/candaş medya iğnelemelerine bakınca bu ortaya çıkıyor. Karşısındakini “yandaş” olarak niteleyen de aslında “yandaş” olduğunu unutuyor. Kurulan yapının bir tarafında olduğunu göremiyor.
Şu andaki durumda baskın medya, kamuoyunu oluşturmaya hazır medya 28 Şubat’la kıyaslanamayacak kadar çoğulcu bir noktada. En azından bir denge kuruldu gibi. Bir taraf bir konuya olumsuz açılardan bakıyorsa, diğer taraf yazdıklarıyla bir nebze olsun dengeyi kuruyor. Ama “ideal” olan bu mudur? “İdeal” olan kurulabilir mi? Onun çok zor olduğunu düşünüyorum.
Umran Dergisi Mart 2011 Sayısı