RABİA GELİNCİK İLE HAFİF DEMİR KAPILAR ÜZERİNE
Ölüm, varlığın sonsuza açılan penceresidir. Ölüm ki sonlu varlığımızı sonsuza taşır. Yaşadıkça çağırdığımızdır ölüm, ne var ki aynı zamanda ürpeririz de ondan. Varlığın kodlarıyla iç içedir. Zaman, bize henüz yaşıyorken onun varlığını fısıldamaktadır. Etrafımızdaki sayısız canlının çeşitli ölüm biçimleriyle –bize tebliğ edilenler dışında- yalnızca dünya bilgisiyle üzerine yorum yapabildiğimiz, bir fikre sahip olabildiğimizdir.
08 Ocak 2016
Kâzım Berkay Özkardaş'ın Rabia Gelincik röportajı
“Hafif Demir Kapılar” isimli ilk şiir kitabınız öncelikle hayırlı olsun. Kapı bahsinden başlamak istiyorum. İçindekiler kısmına baktığımda dört kapı olması beni şaşırttı; ancak son kapıda “Müntehâ” isimli tek şiirin yer aldığını görünce taşları yerine oturtmaya başladım. Ve son şiirden önceki sayfaya düşülen notu görünce yine olayın üç kapıya bağlandığını idrak ettim. Notu okuyucularımız için hatırlatalım: “İlk üç kapı, dördüncü kapının acemisi; dördüncü ve sonraki kapılar, görünmez yaraların arâbîsidir.” Bir de kapı isimleri var tabii, sırasıyla şöyle: Hava-Toprak-Su-Ateş. Bütün bunlar arasındaki korelasyonu bize açıklar mısınız?
Öncelikle, nezâketiniz için teşekkür ediyorum. Bu çok kapsamlı bir soru, o sebeple temel konular üzerinden yanıtlamaya gayret edeceğim. Hafif Demir Kapılar, birbirine bağlı dört kapının sesi; hava, toprak, su ve ateş. Yani, anâsır-ı erbaa; maddî varlık âleminin dört unsuru. İnsanın dünyevî dört maddesi. İnsanın dört zindanı da diyebiliriz. Tabii bu dört unsur, varlığını, insanın mânevî buhranlarıyla iç içe sürdürüyor. Burada hava, insan ruhunu, cennetten düşüşü / sürgün edilişimizi temsil etmekte. Kavgamızın ve insanı insana karşı savunmamızın kapısı burada açılıyor. Dünya ve insanla ilk tanışıklık
Ve toprak; bu temsilde ruhlarımız, maddenin tüm elbiselerini giydi ve ruh, biçime büründü. Varlık, varlığa ayna oldu. Nefsin aldatmacalarına kanıp hevesinin peşinde koştu; güldü, ağladı, sevdi, nefret etti, iyi ve kötü oldu, sevap ve günah işledi. Su; diğer iki kapının acısını çekti. Kalbinin çile odalarında insanın sâfiyetine/fıtratına yaklaştı. Uyarılandı, uyarmaya başladı. Tebliğ edilendi, tebliğciler arasında yerini aldı. Kalbini kan ateşiyle, çilenin gözyaşıyla yıkadı. Bağışlanma diledi. Pîr ü pâk kılındı. Nihâyetinde dördüncü kapı; ateş. Ateş, ateşle yıkandı. Ateş, ateşi yaktı. Ardındaki bütün kapılarla birlikte yandı. Varlıktan ve yokluktan azâd edildi. Varlığını kün edene bilcümle kül olup vardı. Ve şiirin hikâyesinin dünya gözüyle görünen kısmı bu dördüncü kapıya kadardı. Bir de bilmediğimiz kapılar var.
Siz de “şiir” kelimesini şiirde geçirerek poetik ipuçları vermeyi seven şairlerdensiniz sanırım. “Şiir, zabıt kâtibim. Bunları tutanakları işkilli hayatımın.” diyorsunuz kitaba başlamadan önce. “bir şiir doğururken (beni) kuytuda.” diyorsunuz bir dizenizde de. Şiirin sizin hayatınızdaki yeri ve önemi nedir?
Esâsen bir süre kendimi bu düşüncenin dışında tutarak şiir yazmaya çalışıyordum. Sonrasında, doğaçlama şeklinde “şiir” kelimesinin kendisi de dizelerin arasında gezinmeye başladı. Yine de bunu asgarî düzeyde tutmaya çalışıyorum.
Şiir, bizim acı hikâyelerimizin sürekli libâs değiştiren gizli tanığıdır. Hem şiirdir, şairini doğuran. Şair, ortaya bir şiir çıkarıyor gibi görünse de ekseriyetle şiir, şairini doğurur. Çok yalnız kaldığım zamanlarda içimle içimden söyleşen o ilâhî sesin, dünya panayırında bir yârenim olsun diye bana yoldaş ettiği o ilham perisi, Rabbânî bir lütuftur. Bunların yanında, yine de bâkî sevgilerin önüne geçmesine kalben müsaade etmediğim, hatta zaman zaman kendisinden soğuduğumdur. Yine o hâl üzere iken samimiyetle üzerine eğildiğimdir. Çünkü şiir, dünyaya katlanma biçimimizdir. Acı-tatlı hayatlarımızın edebî kaydıdır. Şiir, insanın yaralı tarihinin tutanağı, şair de bu yaralı tarihin zabıt kâtibi, kayıtçısıdır.
Kitabınız bir ithafla başlıyor ve çoğu şiir de acıları olan birilerine, hatta bir şeylere ithaf edilmiş. Dedeniz İmam Abdülmecid, Soma’nın Acı Hatırası, Yetim Kızların Annesiz Saçları, Mavi Marmara Şehidleri, Şehid Esma Biltacı ve diğerleri. İnsanların ve acıların şiirinizdeki yeri nedir?
Bireysel acılarımın dışında hikâyesine tanık olduğum insanların acıları, onlardan habersiz acılarını çektiğim insanlar. Kendi tenhâmın ağrılı yalnızlıkları, toplumsal yaralarımız, evvel acılarımızdan sızmakta olan sızılarımızı hissederek yazmaya çalışıyorum. Zaman zaman fiziksel ağrısını da yaşadığım, kalbime uğramayan hiçbir ses, söz, hissiyât kelimeye bürünmüyor. Kalbimde kaygısını yaşadığım, acısını hissettiğim her şey, her canlı, şiirimin konusu olabilir. Meşrebi, dini, dili, ırkı, rengi hiç fark etmez. Birçoğunun ancak bir gazetenin üçüncü sayfasında okuduğu çok acı hikâyelerin içinden çıkıp geldiğim ve o yaralı hikâyelerin tanıklığıyla büyüdüğüm için, zaman bana onun içinde ona karşı durmayı da öğretti. Şiirim de o hayatların varlığını, konforlu hayatlara duyurmaya çalışma çabası oldu. Ve bu, “sizi biliyorum, tanıyorum, âşinânızım, oradasınız, sizin için söz aldım ve işte söylüyorum, bildiriyorum.” demektir. Meselâ; Yetim Kızların Annesiz Saçlarına ithâfıyla yazılan şiir(Küçükhanımın Düşleri), içinden geçtiğim hikâyelerin tanıklığıyla yere tebeşirle annesinin resmini çizip kalbine doğru kıvrılıp yatan o Filistinli kızın şahsında bütün yetim ve öksüz kızlara yazılmıştır. Çünkü insan gözle görür, lâkin kalbiyle bilir. Bu bilişle yazıyorum.
“Bombalar göndere çekilmişse, nasıl anlatsam/ Morg numaran gelince isminden önce.” gibi birçok dizeniz var ölümü işlediğiniz. Ölüm, ne kadar bahsedilse de anlatılamayan bir şey geliyor bana acizane fakirane. “Hayat bir uykudur ölünce uyanır insan/ Sen erken davran ölmeden önce uyan.” diyor ya Mevlana Hazretleri. Ölüm ve uyanıklık arasında nasıl bir rabıta var sizce?
Şimdi, ölümü tatmamış nefsim bu soruya nasıl ve nereye kadar cevap verebilir? Bir nebze değinmeye çalışalım.
Ölüm, varlığın sonsuza açılan penceresidir. Ölüm ki sonlu varlığımızı sonsuza taşır. Yaşadıkça çağırdığımızdır ölüm, ne var ki aynı zamanda ürpeririz de ondan. Varlığın kodlarıyla iç içedir. Zaman, bize henüz yaşıyorken onun varlığını fısıldamaktadır. Etrafımızdaki sayısız canlının çeşitli ölüm biçimleriyle –bize tebliğ edilenler dışında- yalnızca dünya bilgisiyle üzerine yorum yapabildiğimiz, bir fikre sahip olabildiğimizdir. Ölüm, insanı dünyadan korur, dahası, insanı kendinden de korur. Kendisine fânî olduğu bildirilen insanın hırs ateşini söndürür.
Ölüm, güzerân-ı hayatımızı terbiye eder. Eşyânın fısıldanan fâniliğiyle, insanın kalbini dünya mülküne bağlamamasını telkin eder ona. Elimizdeki kayıtlı, en kuvvetli kitâbî misâl. İbrâhimî zamanların yol hikâyesi şu kalbî sarsılışla başlamıştı. Batan güneşe bakıp şöyle demişti İbrâhim Aleyhisselâm: “Ben, batıp gidenleri sevmem!” Yani, öyle bir sevgiyi koy ki kalbine, batıp gitmesin. Çünkü o da bir mülktür, kalbin mülküdür. Kalplerimizdeki her ne ise, ölüm ânı ve sonrası için nasıl bir muamele göreceğimizle bağıntılıdır. Tecellî ettiği zaman, mekân ve varlık ekseninde bütünüyle bir sırdır ölüm. Öyle ki Yunus Emre, birgün Sakarya Nehri’nin kenarında ölümü düşünürken bayılmıştır. Bu soruyu yanıtlarken o kadar çok mânâ erinin sesini, şiirini duyuyorum ki hepsine değinmem mümkün değil. Nihâyetinde diyebiliriz ki; varlığı varlık, hayatı hayat kılan da yine ölümün varlığını sürdürmesidir.
Son olarak, sizin bir dizenizi size yönelterek bundan bir soru elde edeceğim. “hangi söz doğurdu bu kalabalığı?”
Yüce Allah’ın, şeytanla âhitleşmesi. Elest Bezmi’nde, insanın, Yüce Yaratıcıya verdiği söz.
Kaynak: http://kulturgundemi.com/soylesi/rabia-gelincikle-hafif-demir-kapilar-uzerine-haber-23865