Recep Seyhan ile Ödüllü Kitabı Güneşin Doğduğu Yerde Üzerine

Recep Seyhan ile Ödüllü Kitabı Güneşin Doğduğu Yerde Üzerine

 HİKÂYE, DOĞU’NUN ANLATIM GELENEĞİNE TEKABÜL EDEN BİR TAHKİYE ÜRÜNÜDÜR VE GELENEKSEL OLANLA DAHA İÇ İÇEDİR. MODERN HİKÂYEDE İSE KURMACANIN “NAKİL” İLE GÖLGELENME RİSKİ VARDIR. 

14.04.2014

FUNDA ÖZSOY ERDOĞAN

Okur Kitaplığı’ndan çıkan ikinci kitabınız Güneşin Doğduğu Yerde ile ESKADER’in 2013 yılı hikâye ödülünü kazandınız. Sizce ödüller bir yazar için ne ifade eder? Edebiyata ve yazara bir katkısı var mıdır ödüllerin?
Ödüller, yazarın burnunun büyümesine yol açarsa olumsuz etki bırakır; çünkü büyüyen burun gözün görüş alanını kapatır; fakat kendisini geliştirme ve yeni çalışmalarda aynasını çoğaltma yönünde bir etkide bulunursa yazarın direncine güç katar.

Güneşin Doğduğu Yerde ikinci öykü kitabınız. İlk kitabınızla bunun arasında neredeyse yirmi dört yıl var. Niçin bu kadar beklediniz ikinci kitap için?
Bu yirmi dört yıllık süreye mahkemelik olan ve yarım bıraktırılmış yurt dışı görevi, çok zamanımı alan eğitim kurumlarında idarecilik ve Augsburg Notları’nda kaleme aldığım bir hukuk mücadelesi sığdırıldı ki, bu süre zarfında şunu öğrendim: Bürokrasi sanatın düşmanıdır. Ama sanat dışı alanlarda boş durmadım: Edebî Metinler I,II adıyla ders kitapları yazdım. Hikâye yazamasam da hep notlar aldım, daha sonra yazılacak hikâyelerin malzemelerini topladım. Bu malzemelerden de Güneşin Doğduğu Yerde kitabındaki öyküler ortaya çıktı.

Yakından bakıldığında öykü ile hikâyenin farklı kulvarlar olduğunu düşünüyorum. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir acaba?
Öykü ile hikaye arasında nüans dediğimiz ince bir çizgi vardır. Hikâye, içinde Doğu’nun anlatım geleneğine tekabül eden bir tahkiye ürünüdür ve geleneksel olanla daha iç içedir. Modern hikâyede, kurmaca ve inşa unsurunun “nakil” ile gölgelenme riski hep vardır. Nakilde gereksiz ayrıntılar vardır ve imge yoktur. Anlatıcı ayağına dolaşabilecek bu riski başarıyla aştığında, hayatından kesitler sunulan kahramanın hikâyesiyle yüz yüze geliriz. Hikâyede gerçek, anlatının daha fazla içindedir. Öykü ise Batı’daki “fiction”un karşılığıdır. Fiction hayal ürünü olana ve kurmacaya tekabül eder. Öykü ile ortak yanı burasıdır. Bir öyküde kişinin altı çizildiyse, o öyküde o kişi(ler)in hikâyesi okuyucuya yansımalıdır. Öte yanda hikâyede “olay örgüsü” dediğimiz olayın veya durumun hiyerarşik diziminde (siz buna yapısal dizin de diyebilirsiniz) kusursuzluk aranır. Öykü, bütün bu konularda daha serazattır, daha özgürdür. Öykünün hikâyeden ayrılan bir diğer tarafı; öyküde anlatılanların gerçeğe uygunluğu denetlenemez boyutlardadır. Anlatıcı, anlatılanları gerçeğe uygun hâle getirmeyi veya ona yaklaştırmayı değil; bizi anlatılanın kendine ait gerçeğiyle karşılaştırmayı amaçlar. Buna gerçeklik de diyebiliriz. Kurmacanın “gerçeği yeniden inşa” gücü öyküde daha belirgin durumdadır. Öykücü, hayatın gerçeğini değil, anlattığının (anlatının) gerçeğini sunar bize. Bu, romanda da böyledir. 

Güneşin Doğduğu Yerde’deki öyküler gerçek bir dil işçiliği örneği. Betimlemeler, iç konuşmaları titizlenilmiş bir dilin ürünleri. Bu dile ulaşabilmek için geçtiğiniz yollardan bahsetseniz bize? Kimlerin izini takip ederek ve nasıl bir çalışmayla bu olgunluğa erişebildiniz öykü dilinde?
Önce, çok okuyarak diyeceğim. Bu konuda seçilmiş yazarın ve ekolün yolundan gitmeyi hiç düşünmedim doğrusu. Bunun belli bir şablonu yoktur; olmamalıdır da zaten. Yapılması gereken yakışanı yapmaktır; geri çekilip ‘bu buraya yakıştı veya yakışmadı’ diyebilmektir. Sonra, yazılacak bir öykünün dilini yakalamak önemlidir. Her konunun kendine mahsus bir dili vardır. İstediğiniz konuyu istediğiniz dille anlatamazsınız; anlatmaya kalkarsanız “bu benim dilim değil” der konu veya anlatı; tutuklanır kalırsınız. Ben de yazacağım öykünün dilini buluncaya kadar sancısını çeker ve bir süre beklerim. Gittiğim her yerde onu taşırım yanımda. O aradığım dil geldiğinde “hoş geldin” derim. Gerisi kolaydır. 

Öykülerinizdeki kahramanlar kalp atışlarını hissettiğimiz, ete kemiğe bürünmüş, çok canlı kahramanlar. Bizzat tanıdığınız, bize tanıtmaya çalıştığınız kişiler mi?
Hikâye anlattığım yerlerde bu, böyle evet. Her yazarın anlattıklarında yaşadıklarının şöyle veya böyle izleri vardır. Bunlar hayatın kendisiyle bire bir örtüşüyor görünüyorsa bu, seçilen anlatım diliyle ve hayatın öyküye el sallamasıyla bağlantılıdır diye düşünüyorum. İtiraf etmem gerekirse anlattıklarımda gerçeğin kendisinden yola çıktığım yerlerde zorlanmışımdır. Bunun sebebi kanımızca şudur: Öykü, gerçeğin sınırlarını zorladığı ve onunla yetinmediği için -sanılanın aksine- gerçekle çok da iyi geçinemeyen, kendine özgü bir gerçekliği bulunan bir anlatım sanatıdır. 

Özellikle kitabın en uzun öyküsü de olan Kadınge öyküsü. Bu öyküdeki Çavuş Kadın bana çok tanıdık geldi. Ta çocukluğuma götürdü beni. Öykünün bir yerinde de belirttiğiniz gibi galiba Anadolu’nun her yöresinde bir Çavuş Kadın’la karşılaşmak mümkün. 
Hikâyeyi sahiplenmiş görünen ve olay örgüsünü takip eden baş anlatıcı, izlediği yerden aşağı inerek kişisel görüşünü belirtiyor Kadınge ile ilgili. Dediğiniz nokta burası sanırım. Kadınge tipi, Erdem Beyazıt’in (Kadınlar bilirim…) Nazım’ın (Kadınlar, bizim kadınlarımız…) Arif Ay’ın (Bir de kadınlarımız…) Yavuz Bülent’in (Ana şiirleri) Hilmi Yavuz’un (Doğunun Kadınları) şiirlerinde çok nefis anlattıkları kadındır. Bu kadın tipi, Anadolu’da nesli azalmış veya tükenmekte olan “kavruk yüzlü” güçlü, asil ve bilge bir kadın tipidir. Savaş yıllarında kağnılarla yollara düşen de bu kadındır. Bu toprakları “efradını cami ağyarını mani” biçimde bütün boyutlarıyla temsil eden kadın tipidir Kadınge. Bu kadınların anlatılması gerekiyor.


KAYNAK: http://haber.stargazete.com/kitap/hikayede-gercek-anlatinin-daha-fazla-icindedir/haber-869702