"Rüya" gibi bir aşk
Abdulaziz Tantik
Email: [email protected]
Aşk’ın, bir roman düzeyinde hayatın merkezine kurulması ve bu hayat ile kişi arasındaki devinimi aşk ile irtibatlandırarak bir çocuğun büyüyerek olgunlaşmasını izlemek heyecan verici olmalı…
Ümit Aktaş’ın Okur Kitaplığı’ndan çıkan yeni kitabı “Rüya”romanı, uzun zamandır kitap okurken kaybettiğim heyecanı bana tattırdı. Kitap bir aşk romanı ve aşkı “rüya” olarak betimlemesi de ayrıca üzerinde durulmayı hak eden bir boyutu olmalı…
Çocukluk aşkının Gül adını taşıyan bir kız olması ve bu kızın kendine yabancılaşması sonucu bir türlü aşkını ilan edememenin derin gerilimini hissetmemek mümkün değil. Aşk ve yabancılaşma arasındaki durum öğreticidir. Özellikle, âşık ile maşuk arasındaki ilişkiyi eski klasik metinlerdeki yapısı ile ele alması önemli. Çünkü aşk romanları veya metinleri olarak yazın hayatına girenleri okuduğumuz zaman genelde cinsellik kokar. Burada ise aşk daha çocukluk aşkı ile başlayan süreçte bir “ulaşamama” sorunu olarak betimlenir.
Bir kasaba ortamında ve kasaba okulunda geçen öykünün başlangıç boyutu bize aynı zamanda bu bütün kasabaların ortak sosyolojisini roman kahramanının babası üzerinden tanımlamakta ve o sosyolojinin kişileri nasıl yabancılaştırdığını örneklem üzerinden anlatmaktadır.
Romanın kurgu boyutu olarak zayıf kalması, kurgunun metnin tümüne yedirilmemesi ile ilgili olmalı. Yoksa yazar kahramanın öğretmen olarak atanan bölümünü müthiş bir merak bırakma dürtüsü yerleştirerek aslında nasıl bir kurgu ustası olduğunu kanıtlıyor. Ama metin daha çok bir deneme üslubu içinde akıp gittiği için bazen insan okurken yavaşlayabiliyor. Ancak romanın oturduğu felsefi boyutu sanırım yazarı daha çok deneme diline yöneltmiştir. “Rüya”, kahramanları çok olan bir roman değil, ancak yazar maksadını anlatacak kadar rolü bilinçli bir şekilde romana yedirmiştir.
Romanda aşk’ın ahlak ile tamamlanarak toplumsal yozlaşmaya dikkat çekmesi önemli bir bakıştır. Platonik bir aşk kurgusu içinde aşkın kıskançlık boyutunun devreye girmesi ile aslında aşkın soluduğunu da yer yer göstermektedir.Özellikle resim hocası olan fakat kendisini ressam olarak tanımlayan Rüya ile kurulan yakınlığın seçkinlik üzerinden gerçekleşmesi ve semeresinin aşka yönelmesi anlamlı ve ayrıca ciddi bir tartışmayı da beraberinde taşımalıdır. “Yükselen her şey yakınlaşır” yargısını haklı çıkaran bir pozisyon taşıyan kahraman ile Rüya, yakınlaşarak aşk ile iktidar arasındaki kavganın bir izdüşümü haline getirilirler. Böylece aşk ve iktidar gibi iki temel kavram arasındaki gerilimi izlemek mümkün hale gelir. Hem kasaba hayatında, hem İstanbul’da yaşadığı anarşist grup içindeki deneyim ve hem tayin olduğu küçük Anadolu şehri üzerinden yazar ciddi birtoplumsallık eleştirisi yapar. Yaşamın ikiyüzlülüğünü ve sonuçlarını hissettiren bir dil ile metin ilerler. Aslında bir roman mı yoksa bir felsefi metin miokuyorsunuz, yer yer bu ikisi arasında gidip gelirsiniz.
İki aşkının arasındaki farkı ve bunun kendi yaşamına yansıyan boyutunu ifade eden bu bölüm ilginç ve ilginç olduğu kadar da yazarın roman, dil ve düşünce arasındaki derinliğini gösterir: “Rüya’ya ait duygularını, günün birinde onların da Gül’ünkine benzer, antikalara özgü o eskilikleriyle orantılı bir tür değer kazanarak, hayatımın bir dönemini yaşamın o gizemli kökenselliğiyle irtibatlandırarak sahicileştirdiği için belki de minnetle yâd edeceğimi bilsem de, bu bile, yani o çok özel duyguları araçsallaştırarak neredeyse metalaştıran, duygusal açıdan bile olsa iktisadileştiren bir yaklaşım olarak kalbimi yaralıyor, ruhumu bağışlanamaz kılıyordu.”
Metin bir roman da olsa, düşüncenin derinliğinden vazgeçmeyen bir kalemle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatıyor. Bu da Ümit Aktaş’ın bütün mütevazılığınarağmen önemli bir düşün insanı ve edebiyat insanı olduğunu bize gösteriyor. İslamcı düşüncenin yetiştirdiği ender kalemlerden biridir.
“Rüya” romanı aynı zamanda bize Ümit Aktaş’ın niçin toplumsal zeminden uzak durduğunu da hissettiriyor. Hasbi tavırları ve platonik aşk algısı ile yaşama katılırken beklentisiz oluşu, bunun üzerine sürekli yeni beklentileri karşılayan bir pozisyonu tutan tavırlarla karşılaşması, onu sürekli daha tedirgin bir toplumsallaşma çizgisine taşıyor ve bu durumun kendisi seçkinliğin ahlaki zeminini inşa ediyor. Kitap, anarşist kahraman ve onun aşkları üzerinden şiddete bulaşmadan her hangi bir iktidar zemininin dışında kalarak ahlaki kalınacağı ve her türlü hegemonyaya boyun eğmeden sonuçlarına katlandığınız zaman ahlaki zeminin güçleneceğini öğretiyor.
Bugün içinde yaşadığımız toplumsal çözülme ve ahlaki yozlaşmayı hatırlarsak eğer, bu kitap aynı zamanda bir ahlak çağrısı olarak da nitelenebilir. Zaten aşk, ahlakı en koyu bir biçimde savunan değil midir?
Yazıyı kitabın arka kapağı ile sonuçlandıralım:
“Hakikatin yolunu ve yönünü şaşırdığı bir dehlizden sizi tutup çıkaran nedir? İmtiyazlı oluşunuz ya da yüreğinizi açık tutmanız mı? Yoksa herkesin de duyduğu halde dikkate almadığı bir çağrıyı, daha doğrusu hayatın kendisini ciddiye almanız mı? Ki, akranlarınızın çoktan hayatın hengâmesine daldığı o ergenlik çağında gözlerinizi ufka dikerek, ya da geceleri yıldızları çevreleyen o karanlığın gizeminden gelecek kurtarıcı bir çağrıyı beklerken belki de, dalmış olduğunuz uykudan sizi uyandıran bir sesleniştir. Belki tüm kâinatın terennüm ettiği bir fısıltıyı duyulmazlaştıran günün hayhuyları ya da kalbimizin körelmişliğinden, rüyalardır bizi kurtaran; elbet daha da önemlisi yüreğin o çocuksu masumiyetini bir nebze olsun koruyor olması.”
01.03.2010
http://www.ozgundurus.com/Yazar/Abdulaziz-Tantik/Ruya-gibi-bir-ask.php