Şairler ve ölüm...

Şairler ve ölüm...

Tıpkı 'bahar yeli' gibi, diriltici soluğuyla kâinata/ insanlığa bir taze nefes bağışlayan şairlerin, sözlerini tamam etmeden aramızdan ayrılmalarına, öyle görülüyor ki, yaşadıkça yanıp yakılacağız

 

12.10.2011

 

TURAN KARATAŞ

Gitti gelmez bahar yeli,

Şarkılar yarıda kaldı.

Cahit Sıtkı Tarancı

Kimi ölümler vardır, ziyadesiyle dokunur insana. Farklı olur acısı, uzun süre etkisinden kurtulamazsınız. Başkasının/ tanımadıklarımızın ölümü, alışkanlıklara uygun düşen ölümler teğet geçebilir belki, fakat bazı ölümler, evet çok ağırdır. Altından kalkamayacağınız kederlerle, yanıt veremeyeceğiniz sorularla gelirler ve daha düne kadar yanıbaşınızda nefes alıp veren sevdiklerinizden birini alır götürürler.

Genç ölümleri biliriz, Yûnus'tan beri, "gök ekini biçmiş gibi" iz ve ıstırap bırakırlar arkalarında. Ölen, yakınımız da olmasa, genç ölüm dokuncalıdır. Hemen herkese biraz keder bulaştırır. Sonra şairlerin, bir de kahramanların, evet ya millet önderlerinin ölümü vardır dayanamadığım, bana çok hazin gelen. "Alp Er Tunga" için söylenmiş saguyu okumuş olduğum günden beri, kahramanların ölümü, benim açımdan anlamını çoğaltılmış ve adeta koyu bir çağrışıma bürünmüştür. Bu tür ölümleri duyduğumda, o müthiş dört düzeyi hatırlarım hemen:Alp Er Tunga öldü mü/Issız acun kaldı mı/Ödlek öcün aldı mı/Şimdi yürek yırtılır.

Zihnimde bu derece kuvvetle yer etmesi nedendir bu dizelerin? Sanki, Alp Er Tunga için söylenen bu dört dizede, âdemoğullarının ölümünün genel motiflerini buluruz. Adeta şöyle bir formülle karşılaşırız: ölüm= dünya+felek+acı... Son kavram, geride kalanları temsil etmektedir.

En sevdiklerimizin/ yakınlarımızın ölümü gibi, bazı ölümler neredeyse kalbi çatlatma şiddetine sahiptir. Karşısında tümüyle aciz ve çaresiz kaldığımız ölümler. Edip Cansever'in ölüm haberini duyunca, Cemal Süreya, günlüğüne şunları yazacaktır: "Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım."

Yalnızlık gibi bir duygu

Yakınlarımınkinden başka, beni de inanılmaz derecede etkileyen ölüm haberleri olmuştur. Bunlar, genç şair dostlarımın veda haberleridir. Şairin ölümü başka türlüdür sanki, daha bir dokunaklı. Hafızamda yanlış kalmadıysa, bir yazıda, "bir ozanın ölümü insanın içini acıtır mı" biçiminde bir soru yöneltiliyordu. Cevaben de şuna benzer bir şey söylenmişti; bir ozanın ölümü "hüzün gibi, yalnızlık gibi bir duygu bırakır insana". Salt bunları mı? Bir şairin ölümü, içimizde unuttuğumuz kimi yaraları da kanatıyor. Genç ölümlerinkine benzer bir keder bırakıyor çok zaman. Bütün bunlar, eğer o şairi şahsen tanımışsak, ortak yaşanmışlıklarımız olmuşsa veya şiirleriyle bir ilgi/ ilişki kurabilmişsek iyice hissediliyor. Söz gelimi, Hasan Ali Kasır'ın, Nazir Akalın'ın, Hüseyin Alacatlı'nın ölümlerini duyunca, Cemal Süreya'daki sarsıntının benzerini ben de yaşadım.

Hasan Ali, Hüseyin ve Nazir

Hasan Ali Kasır'ın ölümünü, Ömer Lekesiz telefonla haber verdiğinde, bir çay ocağının önünde hasır iskemlelere oturmuş çay içiyorduk. Telefondaki haber cümlesinden sonra, elimdeki bardağın düşüşünü unutamıyorum. Dünyanın en güzel insanlarından biri olan Hasan Ali, o aydınlık çehresiyle birden gözümün önünden aktı gitti. Hüseyin Alacatlı'nın canına kıymasına ise, uzun süre bir türlü inanamamıştım. Bana öyle gelirdi ki, o zaman 300 bin nüfusu olan Erzurum'da, intihar edecek son kişi ancak, Hüseyin olabilirdi. Yaşamanın bütün parıltısını ve şevkini her gördüğüne hemencecik bağışlayıveren bu yakışıklı, genç adam, nasıl olur da intihar ederdi? Ya Nazir Akalın? Ne kadar çok projesi, Türk edebiyatına dair yapacağı önemli çalışmalar vardı; onları bırakıp nereye gidebilirdi?

Dünyaya küsüp gitmelerine yanıp yakıldığımız bu güzel faniler, ölümleriyle o meş'um saatin bizim için de yaklaştığını duyumsattıkları için mi, yoksa giderek yalnızlaştığımız için midir sarsıntının yüksekliği? Her ikisinin de payı vardır acımızın artmasında. Denebilir ki, ölenle birlikte yaşananların/ hatıraların çokluğu, kederi çoğaltıyor geride kalanlarda; bir de beklenmedik ölümler, erken edilmiş vedalar. Bu hususta Cemal Süreya'ya katılamıyorum; "her ölüm erken" değildir kanaatimce. Dahası, Allah yazmamış olsun, dört gözle beklenen ölümler bile vardır! Bu, bahsi diğer; "her ölüm erken" midir meselesinde şöyle düşüyorum: Söz gelimi, Necip Fazıl'ın, Dağlarca'nın, Atilla İlhan'ın, İlhan Berk'in ölümlerine erken diyebilir miyiz? Sözlerini söylemişler, eserlerini tamam etmişler. Fakat Cahit Zarifoğlu'nun ölümü, evet erkendi. 47 yaşındaydı Zarifoğlu dünyaya göz kapadığında. Otuzunda, kırkında, daha ellisine gelmeden geçip giden şairler az değil. 46 yaşında toprağa uzatılmış olsa da, kırk dördünde yani yolun yarısını birazcık geçmişken ölüm döşeğine yatan Cahit Sıtkı'nın ölümü erkendir ve hazindir. Daha niceleri. Böyle bir listeyi bir yazıda görmüştüm, edebiyatımızın genç ölüleri.

Daha neler söyleyeceklerdi, gencecikken ölmeselerdi, Allah bilir. Her giden, maalesef, sözünü tamam edemiyor. Nice tasarılar kalıyor geride geleceğe dair, kim bilir! Onca yapılıp edilecek. Böylesine üstün yeteneklerin daha diri ve dinç bir çağda iken aramızdan ayrılmaları, edebiyatımızı hangi değerli eserlerden mahrum bırakmıştır, nereden biliriz.

Akıl balının, yürek coşkusunun tümünü dünyaya armağan edemeyen iki şairimizi daha, geçen aylarda sırlı âleme yolcu ettik. İki şairi de şahsen tanımıyordum; şiirleriyle de bir ilişkim olmamıştı. Hem Seyhan Erözçelik, hem de Didem Madak hakkında yazılanların bir kısmını okudum. Hepsi de duygusaldı, dostlarının acılı yüreklerinin sızısıydı. Yaşanmışlıklardan arta kalan hüzünlü bulutlardı daha çok. Hatıralar oluyor, çok zaman böyle yazılarda öne çıkan.

Nurullah Ataç, yanılmıyorsam Günce'sinde, ölümünün ardından bir şey yazılmamasını istiyordu. Samimiyetsiz buluyordu bu türden yazıları. Böyle toptancı bir hükme varmak doğru olmaz. İçtenlikli yazılar az değildir böyle zamanlarda yazılan. Ne var, bence başka bir sorun doğurabiliyor böylesi zamanların kimi yazıları. Bu acılı yürek yangınında ortaya çıkan yazılarda, ölen kişinin sanatkâr yönüne dair de yargılar bulunabiliyor. Olsun. Fakat tam da burada iş çatallaşıyor işte. Gidenin ardından olmayacak değerler atfediliyor eserine ve şahsına.

Durum böyle olunca söz konusu yazılarla bir şaire değer biçmek mümkün mü? Bir dönem, Hilmi Yücebaş, böyle kitaplar çıkarmış/ hazırlamıştı. Edebiyat dünyamıza veda eden şair ve yazarların ölümünün ardından gazete ve dergilerde çıkan yazıları bir araya getirerek hemen bir kitap oluştururmuş. Kitabın üst başlığı da "bütün cepheleriyle/ yönleriyle!.."

Edebiyat tarihçisi/ araştırmacısı, hiç kuşkusuz eserinden giderek şaire ya da yazara varmalıdır. O şahsiyet hakkında yazılan hatıralara/ yazılara da yol düşürür elbette. Ne var ki, o yazının ne zaman, hangi şartlar altında, kim tarafından yazıldığını mutlaka hesaba katmalıdır. Aksi halde, yanlış yargılar verir, olmadık sonuçlara ulaşır. Edebiyat tarihimizde, böyle kırılgan zamanlarda söylenmiş duygusal/ öznel sözlerin şahitliğine de çokça itibar edildiği için, yer yer içinden çıkılmaz bir değerler karmaşasıyla karşılaşırız.

Nereden nereye geldik. Biz yine başa dönelim.

Tıpkı 'bahar yeli' gibi, diriltici soluğuyla kâinata/ insanlığa bir taze nefes bağışlayan şairlerin, sözlerini tamam etmeden aramızdan ayrılmalarına, öyle görülüyor ki, yaşadıkça yanıp yakılacağız. Çünkü şairlerin ölümü, sızısı artan ağrılar gibidir, şiirleri yaşadıkça.

Yeni Şafak Kitap

http://yenisafak.com.tr/kitap/?i=344663