Şiirimin başına anlam ve estetiği koyuyorum
Şair ne kadar çok yazarsa kendini tekrarlama olasılığı da o kadar artıyor. Çok şiir ortaya koyan birçok şairin zamanla birçok şiirini attığına ya da değiştirdiğine şahit olabiliyoruz.
SÖYLEŞİ: YAKUP ÖZTÜRK
İlk kitabınız olan Savaşlar Kararında hayırlı olsun. Tebrik ederiz. Kitaba giren şiirleri nerelerde yayımladınız? Hepsi bir dergide daha önce okur karşısına çıktı mı? Bize yayıma gelene kadarki süreci anlatır mısınız?
Teşekkür ederim. Kitaptaki şiirler Kırklar, Dergâh, Derkenar, İkindi Yağmuru ve Kırknar dergilerinde yayımlandı. Şiirlerin hepsi 2004 yılından 2009 yılının başlarına kadar yazdığım ve daha önce bu dergilerde yayınlanan şiirlerimden oluşuyor. Süreç biraz karışık ve bir o kadar da ilk kitap olarak ortaya çıkmasının zorluklarını barındırıyor. Birçok şairin bu ülkede kitabının yayınlanması için yaşadıklarını maalesef ben de yaşadım. Belki ilk şiiriniz yayınlandığında aklınızda olmayan bir şeydir kitap. Belki de, daha şiiriniz bile ortada yokken hayal ettiğiniz bir şeydir. Bende sonradan gelişen bir düşüncedir kitabın yayınlanması düşüncesi. Bu düşünce, tam bir disiplin sağlamasa da, iyi bir motivasyon kaynağıdır. Gürül gürül akan derelerin önüne set yapma girişimi gibidir şiir. O akıp gidiyor ama siz onun sesini sadece dinliyorsunuz ilk önce; sonra o ilhamın farkına varıp kâğıda döküyorsunuz ve sonra da onu alıp işliyorsunuz. İlki vergi olan bir durum iken, ikincisi sizin kazandıklarınızın bir semeresi olarak beliriyor. Nihayetinde şiir çıkıyor ortaya.
İlk şiirim 2004 yılında tevafukken tanıştığım İbrahim Tenekeci tarafından Kırklar dergisinde yayımlandı. Bu ilk şiir, kitabımın da ilk şiiri olan “Devr-i Daim” ismini taşıyordu. İlk şiirim yayınlanana kadar bir iki istisna dışında kimseye görünmedi. Belki zamanını bekliyordum belki de, cesaret edemiyordum şiirlerimi gün yüzüne çıkarmak için. Belki de, iyi bir şiir okuyucusu olmak bana yetiyordu. Bilemiyorum; hepsi birden de olabilir. Kırklar’da yayınlanan şiirimden sonra cesaretlendim. Bir süre sonra Dergâh dergisine götürdüğüm “Şüpheli ve Yalnız” isimli şiirim derginin kapağında yer aldığında şevkim arttı, diyebilirim. Saygıdeğer insan Mustafa Kutlu ağabeyin sonradan iki şiirimi geri çevirmiş olması da önemlidir benim için. Sonrasında diğer dergilerde aralıklarla yayımlanan şiirlerimle bundan bir yıl öncesinde ilk kitap dosyam tamamlanmış oldu.
İlk şiirinizi yazmanızdan bu yana yirmi yılı aşkın bir süre geçmiş. Fakat ilk kitabınız yeni yayımlandı. Neden bu kadar uzun süre beklediniz?
Doğrudur, ilk şiirimin üzerinden yirmi yıl geçti. O ilk şiir bir anlık sesli düşünmeyle ortaya çıkan ve gayri ihtiyari kâğıda dökülen dizelerdi ve hece ölçüsündeydi. Belki de, ortaokulda ders kitaplarında okuduğum şiirlerin etkisiyle ortaya çıkmıştı. Sonrasında uzun bir süre şiir yazmadım sanırım. Onsekiz yaşından beri şiir yazıyordum. Divan ve klasik dönem şairlerinin birçoğunu en azından okul sıralarından biliyordum ama bu yaşlarımda İsmet Özel ve Sezai Karakoç şiirleriyle tanışmak ve yoğun bir şekilde bu şiirlerin atmosferinde kalmak etkiledi beni. İşte, az önce de söylediğim gibi ilk şiirin yayımlanmasına kadar geçen süre şiirim için bir kuluçka süresiydi. Belki çok önceden de yayımlanabilirdi şiirlerim ve daha farklı bir gelişme seyri de izleyebilirdi. Lakin öyle olmadı. Buna ortam ve imkân meselesi kadar şiir ortamına uzaktan seyirci olmanın verdiği bir rahatlık da neden olmuş olabilir. İlk şiirim yayınlanmadan önce takip ettiğim dergilerin kavgalı hâlleri de olumsuz olarak etkilemiş olabilir. Neticede, 28 yaşında ilk şiiri dergide görünürlük kazanmış biriyim. Ama her şair yirmi yaşında şiir yayınlamalı diye bir durum da yok ortada. Arthur Rimbaud gibi herkes 18 yaşında ilk kitabını yayımlayıp, 21 yaşında şiiri bırakamayabilir. Hele, Türkiye gibi bir ülkede yaşıyorsanız bunları konuşmak ne derece doğru olur, tartışılır. Dosyam tamamlandıktan sonra yaşadıklarım ise her şeyi anlamam için yeterli oldu.
Kitabınızı üç bölüme ayırmışsınız. Bu bölümlerin isimleri arasında bir rabıta var. Alçaktan yükseğe doğru bir seyir izliyor. 1. Bölüm: Alçak Rakım, 2. Bölüm: Asal Duruş, 3. Bölüm: Yüksek Gerilim
Kitaptaki şiirlerimin dergilerde yayımlanma tarihleri itibariyle kronolojik bir sıralaması var. Bölümleme de bu kronolojiye dayanarak yapıldı. Birçok şair dostumun aksine kronolojik sıralamayı önemsedim ve şiirlerin aralarında belli bir bütünlüğü yakaladığını da düşünüyorum. Her bölüm şiirlerin ortaya çıkma sürecinde bir dönemi kapsıyor. Evet, imgesel çağrışımları itibariyle alçaktan yükseğe doğru bir özgürleşme eğilimi olarak da algılanabilir. Özgürleşmeden kastım, insan olmanın şuuruna varabilme çabasıdır. İçeriden dışarıya doğru bir patlama da olabilir; ama kesinlikle yıkıcı değil. Kitap için söyleyecek olursam; bir bütünlük arayışı içinde olmadım ancak, şiir içsel bir serüvenden doğduğu için bir bütünlük çıktı diyebilirim. Bu bölümlerin isimlerine de yansıdı sanırım.
Şiirlerinizde modern biçimi kullanmanıza rağmen gelenekselden beslendiğinizi görüyoruz. Siz kendi şiirinizin hammaddesine neleri koyuyorsunuz?
Şiirimin en başına anlam ve estetiği koyuyorum. Kelimeler, kelimelerin dizilişi, ses ve bunlara dayalı dize uyumu. Yani, ilhamla gelenin bir kurgu olarak kâğıda akması olarak belirir bende şiir. İlhan Berk’in işaret ettiği üzere beyaz bir kâğıttır önce şiir. Sonra şairin muhayyilesi somutlaşır üzerinde. Sözün ve anlamın gücü belki de, fazlasıyla kendini gösterir şiirlerimde. Bu biraz da hikmete olan duyarlılığımla ilgili bir durum, bir arayış da diyebiliriz ki, çoğu şair bunun peşindedir aslında. Süleyman Çobanoğlu’nun söyleyişinde sevdiğim gibi, şair biraz cahil olmalı; her şeyi de bilmemeli. Yani aslında hiç bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz her şey yanılsamadan ibaret. Belki şaire öyle bir yakıştırma söz konusu: şair her şeyi bilir. Biçim ve söyleyiş güzelliği şiiri belirgin kılan unsurlardır ve bunu önemsiyorum. Şiiri işleme dediğim şey de bununla ilgili. Ama hepsini işleyemezsin; sadece küçük rötuşlar yapabilirsin. Bu anlamda modern biçim daha bir belirginlik taşıyor. Gelenekselden beslenme meselesine gelince, biz toplum olarak geleneksel olanla modern olanı iç içe yaşıyoruz. Dolayısıyla ikisinin de üzerimizdeki etkilerini bir şekilde yansıtıyoruz. Yirmi iki yaşına kadar köy, ilçe ve şehir hayatını iç içe yaşadım. Yirmi iki yaşında İstanbul’a geldim ve modernle geleneksel olanın sentezlenmeye çalışıldığı bu büyük şehirde yaşamaya başladım. Bu durum doğal olarak zihnimin farkındalığını belirginleştiren bir süreci de beraberinde getirdi. Geleneksel olan gerek malzeme olarak gerekse belli bir duyuşun aksetmesi olarak şiirlerime yansıdı.
Aile, çocukluk evresi, toplumsal hayat, evler sizin şiirinizde sıkça söz konusu ediliyor...
Az önce de söylediğim gibi yirmi iki yaşına kadar taşrada yaşadım. Köyde doğmuşum, bir buçuk yaşında ilçeye taşınmışız. Köye göre biraz imkânları olan on-on beş bin nüfuslu bir yer. Sonra lise yıllarım nüfusu yüz binin üzerinde olan bir şehirde geçti. Anadolu’nun imkânları sınırlı da olsa bazı açılardan İstanbul’a göre daha özgürce bir çocukluk yaşadım. Çocukluk yılları insanın belleğinde daha derinlerde izler bırakır. Bir de kalem sahibiyseniz bunların kâğıda aksetmemesi mümkün değil. Toplumsallığı ise çok derinlerde yaşamış biriyim. Onun içindir ki, adalet kelimesi en çok ürperdiğim kelimelerin başında gelir neredeyse. Toplumsal hayat deyince aklıma ilk gelen kelimedir adalet. Aile düşüncesi ve yaşantısı her zaman büyülü gelmiştir bana. Serüvene açık bir zihnim olsa da o büyü hiçbir zaman kaybolmadı ben de. Evler de öyledir. Mimarisinden iç yaşantısına kadar çok şey barındırır ev kelimesi zihnimde. Bu saydıklarınız şiirin doğal malzemesidir bence. Ve bu çerçevede şiirimde gerçekçi bir dil kullanmaya çalışırım.
Bir süredir 2000 kuşağı hakkında yazıyorsunuz. Bundan amacınız nedir? Kendi kuşağınızın eleştirmeni olmak gibi bir düşünceniz var mı? Bu yazılar kitaplaşacak mı?
Türk şiirinin tüm dönemlerini olduğu gibi kendi kuşağımı da okuyorum. Zaten tüm kuşak şairleri için bu bir zorunluluktur. Bu okumalarımı eleştirel bir zaviyeden paylaşmak istedim. Şiirin eleştiriye ihtiyacı olduğunu düşünenlerdenim. Kendi şiirimin de buna ihtiyacı var. Genelde kendi kuşağından şairlerin şiiri üzerine eleştiri yazmak bizde olağan bir durum değil. Ya översiniz ya da karşısında durur başka bir şeyler yaparsınız. Eleştiri yok demiyorum, ama az. Hele bizim kuşaktan şair arkadaşlar için bu durum çok daha zor bir durum arz ediyor. Kendi kuşağından bir şairin şiiri üzerine yazdığı eleştiriyi kendi imzasıyla yayınlamaktan kaçınan şairler tanıdım. Kendi kuşağımdan da var bu şekilde yapan. Etik bir durum olmadığını söyleyebiliriz. Hâl bu iken, benim böyle bir işe soyunmam ne derece isabetli, zaman gösterecek. Ama benim derdim üzüm yemek. Yapmaya çalıştığım ise, şimdilik kuşağımın şairlerinin şiirlerinin okunmasına kendi zaviyemden bir katkı yapmak. Bunun sınırları zamanla ortaya çıkacak elbette. Şimdilik bazı perspektifler oluşturmaya çalışıyorum. Belki zamanla toparlayıp başka şeyler söylemenin de imkânı doğacak böylelikle. Şu ana kadar yaptığımı eleştiriye bir başlangıç olarak kabul edebilirsiniz. Yazdıklarımı kitaplaştırmak niyetindeyim ama zor bir süreç olacak sanırım.
Buna ilave olarak günümüz şiirini nasıl yorumluyorsunuz? Bu kadar çok dergide bu kadar çok şiir yayımlanmasından ne zaman kurtulacağız?
Edebiyat ortamı şiire doymuş gibi görünüyor ama ben öyle olduğunu sanmıyorum. Biraz bıkkınlık var, diyelim. Yazan çok ama çoğu şiirden yeterince nasiplenilmemiş, şiir dışı alanlardan beslenilen metinler ortaya koyuyor. Ne şaire ne de şiire değer veriyor bu tarza sahip olanlar. Okumadığı dergilere bu tür metinleri gönderen o kadar çok insan var ki, duyduklarım bile şaşırmak için yeterli geliyor. Dergi çok olunca yazdıklarına yer bulma ihtimalleri artıyor da. Ancak burada iş dergi editörlerine veya yayın yönetmenlerine düşüyor. Yine de kurtuluş pek mümkün görünmüyor. Çok şiir yazan ve yayınlayan bir şair değilim. Biraz mükemmeliyetçi oluşumdan kaynaklanan bir durum bu ama günümüz şiiri merkezinde düşündüğümüzde diğer böyle olmasının iyi de olduğunu düşünüyorum. Şair ne kadar çok yazarsa kendini tekrarlama olasılığı da o kadar artıyor. Çok şiir ortaya koyan birçok şairin zamanla birçok şiirini attığına ya da değiştirdiğine şahit olabiliyoruz. Bu elemelerin birçok nedeni olabilir ama bana göre iyi bir göstergedir. Yirmi yaşında yazdıklarını yirmi beşinde ya da otuzunda atmak zorunda kalıyorsan iyi düşünmelisin. 2004’ten önceki şiirlerimin hiçbirini ortaya çıkarmadım mesela.
Bir sanatçının mesleğiyle sanatı arasında nasıl bir bağ vardır. Siz mühendissiniz. Bu vesileyle birçok yeri görme imkânınız oluyor. Mesela bir dönem Fas’ta bulundunuz...
Evet, birçok bağ olduğu söylenebilir. Ancak bu bağ meselesi insanı bazı önyargılara sevk edebiliyor. Düşünülenin aksine durumlar ise azımsanamayacak kadar çoktur aslında. Mesela bir mühendisin şair olması birçoklarını şaşırtabilecek bir durumdur. Ancak, ülkemizde mühendis şair örneği çoktur veya edebiyat formasyonuna sahip her insanı şair veya yazar sanmak gibi yanıltıcı önyargılara sahibizdir. Kendi mesleğimle ilgili söyleyeyim; mühendisim ve 10 yıldır mesleğimi yapıyorum. İnşaat sektöründeyim. Oğuz Atay’ın ve Ümit Aktaş’ın mühendis olduklarını da hatırlatayım bu arada. Okur-yazarım öncelikle. Yaptığım iş okur-yazarlığıma etki edebildiği gibi okur-yazarlığım da yaptığım işe illaki etki edebiliyor. Mühendislik formasyonunun bana sağladığı yapısal ve analitik düşünebilme gücü ve imkânı var ve bu birçok bakımdan işimi kolaylaştırsa da bazı açılardan zorlaştırabiliyor. Mesela, iyi bir kurgu veya yapısal bir bütünlük oluşturma noktasında bunlar bir avantaj sağlarken, bazen farkında bile olmadan bunların hâkimiyetinde kalarak bazı şeyleri kolaylıkla kaçırabiliyorsunuz. Hele bir de, benim gibi mükemmeliyetçi bir tarafınız varsa işiniz daha da zorlaşabiliyor. Bu arada; mükemmeliyetçiliğin olumlu mu, olumsuz mu olduğuna henüz karar verebilmiş değilim. Bazen bunaltıcı derecede kendini hissettirebiliyor.
Mesleğim gereği çoğunlukla toprakla ve doğayla iç içe çalışabiliyorum. Şimdilik doğanın tam kalbinde, Doğu Karadeniz’in yüksek rakımlı dağlarında çalışıyorum mesela. Bu olağanüstü bir enerji ve dinginlik sağlıyor bana. Bu okur-yazar biri için bulunmaz bir fırsattır bir bakıma. Ama her zaman burada olamam tabi. Dediğiniz gibi 2007’nin ilkbaharında yine iş nedeniyle Fas’a gittim. Orada yaklaşık 5 ay kaldım. Birçok şehrini gezip görme imkânım oldu. O ülkenin coğrafyasını gezip gördüğüm kadar insanlarıyla, dilleri ve kültürleriyle de tanışıklığım oldu. Bu durum bazı açılardan bir farkındalık yaratıyor ister istemez. Bu doğrudan olmasa da dolaylı olarak zaman içerisinde şiirinize yansıyabiliyor. Şimdiye kadar yansıyanlar oldu. Bundan sonra da yansıyacaktır belki de. Benim için de merak konusu bu. Ancak başka ülkeleri de gezip görmeyi düşünüyorum.
Usta ve genç kalemlerin bir arada yer aldığı ve edebiyat öncelikli bir yayınevi projesi olarak doğdu Okur Kitaplığı. Aynı zamanda kurucuları arasında bulunuyorum. Ağır bir yükün altına girmiş durumdayız.
Okur Kitaplığı’ndan bahsetmek ister misiniz?
Usta ve genç kalemlerin bir arada yer aldığı ve edebiyat öncelikli bir yayınevi projesi olarak doğdu Okur Kitaplığı. Aynı zamanda kurucuları arasında bulunuyorum. Ağır bir yükün altına girmiş durumdayız.
Piyasada bu kadar çok yayınevi varken neden yeni bir yayınevi kurma ihtiyacı duydunuz?
Doğrudur, piyasada çok yayınevi var. Fakat, çoğunluğu meseleye büyük oranda ticari perspektiften bakan ya da idealist amaçlarla olsa da birçok açıdan hakkını veremeden yayın yapmaya çalışan yayınevleri. Bunların çok azı ise her iki pencereden de meseleye bakarak yapılan işin hakkını veren ya da vermeye çalışan yayınevleri. Mesela, uzun yıllardır ikibin küsur kitap yayınlamış bir yayınevi var ama daha düne kadar yayınladığı bir şiir kitabını hatırlamıyoruz. Ya da, bir yayınevi var birçok şiir kitabı yayınlamış ama o kitaplara ulaşmak çok zor. Tabi, mesele sadece şiir kitapları ile ilgili değil. Anlaşılması için şiir kitabını örnek olarak veriyorum. Bu kadar karamsar değildir belki tablo, belki de ben meseleyi idealize ediyorumdur. Ancak böyle bir yaklaşımım var şahsen ve bu doğrultuda arkadaşlarımızla bir takım görüşmelerimiz ve akabinde geliştirilen proje doğrultusunda verdiğimiz kararlar neticesinde böyle bir yayınevi konsepti doğdu. Çalışmalarımız yaz aylarında başladı ve Ocak 2010’da Okur Kitaplığı kuruldu. Şubat ayında ise Ümit Aktaş’ın “Rüya” isimli romanı başta olmak üzere ilk kitaplarını yayınladı. Şu ana kadar on kitap yayınladık. Ümit Aktaş’ın bütün eserleri bundan sonra Okur Kitaplığı tarafından yayınlanacak.
Tepkiler ne durumda? Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Okur Kitaplığı özellikle edebiyat ortamında bir heyecan yarattı. Olumlu tepkiler alıyoruz. İlgiden memnunuz. Önemli yansımaları var. Bunlar daha güzel işler yapmak için iyi bir moral imkân aynı zamanda.
Tekrar Okur Kitaplığı’na dönelim. Neleri yayımlayacak, mutfakta neler var?
Şimdiye kadar 10 kitap yayınlamış durumdayız. Belirli bir periyotta Ümit Aktaş’ın yayınlanacak ve daha önce yayınlanmış tüm kitaplarının yeni baskılarını yayınlayacağız. Bundan sonra netleşen kitaplardan bazılarını paylaşayım sizinle; Eylül 2010’da yayınlanacak beş kitabımızdan üçünü söylemekle yetineyim; diğer ikisi sürpriz olarak bizde saklı kalsın. Ümit Aktaş’ın “Aklın Hakikati Aşkın Şiiri” isimli düşünce kitabı, Cemal Şakar’ın “Yazının Gizledikleri” isimli düşünce kitabı, Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Bıçağa Basar Gibi” isimli şiir kitabı yayına hazırlanıyor. Eylül ayından sonraki aylık yayın periyodumuzda tarih ve felsefe alanlarında da telif eserler yayınlamak düşüncesindeyiz. Bazı özgün çalışmalar da yayınlarımız arasında zamanı geldikçe yerlerini alacaklar inşallah.
İkindi Yağmuru Dergisi, Sayı 24, Nisan-Temmuz 2010