SİYASET İNSANDAN VE HAYATTAN AZADE DEĞİL
Medya, toplumu dönüştürmek konusunda son derece radikalken, kendini değiştirme konusunda muhafazakar davrandı.
15 Ekim 2012 Pazartesi
İPEK TANIR
Gazeteci-yazar Fadime Özkan’ı ülke gündemine ilişkin ses getiren röportajlarıyla biliyoruz. Ancak 2000’li yıllardan bu yana yazdığı yazılarla da yaşadığımız çağa dair önemli tespit ve değerlendirmelerde bulunuyor ve zamanın getirdiklerini kayıt düşüyor. Özkan bu yazılarını Deneme Bir, İki adıyla kitaplaştırdı. Bu kez biz Fadime Özkan’a sorduk...
Güncel röportajlarınız ‘siyaset’ eksenli olsa da köşe yazılarınız ve yeni çıkan deneme kitabınız hayatı sadece siyasetten ibaret görmediğinizi açığa çıkarıyor. Yanılıyor muyum?
Yanılmıyorsunuz, ama siyaset eksenli yazılarımın da güncel röportajlarımın da gündelik hayattan hepten yalıtılmış olmadığını, konuşmalar ne kadar üst perdeden, söylemler politikalar üzerine kurulu olursa olsun mutlaka hayat, insan ve insani konular, duygular, durumlar içerdiğini söyleme ihtiyacı duyuyorum. Zaten siyasetin de insandan ve hayattan azade olmadığına, olamayacağına inanıyorum. Hatta eğer siyaset, siyaset yapıcılar yanılıp hayatı, insanı, insani durumları ihmal etmeye başlarsa bile, onlara bunu hatırlatmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum.
Denemeleriniz de röportajlarınızda sorduğunuz soruların devamı gibi... 2000’li yıllar bu açıdan zihninizde hangi soruları çoğalttı?
20. yüzyılın son yarısında ya da son çeyreğinde doğanlar için 2000’ler, özellikle de 2000’lerin ilk yarısı, duygusal algısal zihinsel açılardan bir sarsıntının ve kargaşanın yaşandığı yıllardı. 2000’e doğru tüm dünyayı, hepimizi hem yeni yüzyılın, hem yeni binyılın heyecanı sarmıştı. Çok güzel şeyler olacakmış, tüm sorunlar çözülecek, hayat bayram olacakmış gibi bir hava estirildi. Saatler 24.00’e yaklaşırken uzaya fırlatılacakmış gibi hissedenler bile vardı. Milenyum’a böyle girildi ama hiçbir şeyin değişmediği, her şeyin aynı kaldığı, açlığın, kıtlığın, her ölçekteki sistematik adaletsizliğin, kirli kanlı savaşların, kompleks sorunların aynen devam ettiği görüldü. Milenyum romantizmi de 11 Eylül’de uçakların kapitalizmin böğrüne saplanmasıyla toz bulutuna karıştı. Haliyle yaşananlar ahlaki tutum almayı, isyan etmeyi, soru sormayı, itiraz etmeyi de gerektiriyordu. Ülkede de benzer ekonomik, siyasi, idari krizler, büyük insani sorunlar vardı 2000’lerin başında. Ama umut hiç yok da değildi. Bilakis 90’ların çok kanlı kirli karanlığının içinden sivil toplum canlanmış olarak çıktı. Ben de bunları önemseyen bir gazeteci olarak yer aldım o süreçte ve ayna tutmaya, soruları çoğaltmaya, doğru cevaplar sonuçlar alınmasına katkı vermeyi istedim.
b>Gündelik hayata dair ilginç okumalarınız ve can alıcı tespitleriniz var. 2000’li yıllar hayatımızda neleri değiştirdi?
Gerçeklerimizi. Ezberlerimizi. Hayallerimizi. İdeallerimizi. İdeallerin pratize edilirken ne kadar eksilmekte olduğunu öğretti. Her eksilmenin açtığı boşluğun dikkatli olunmazsa belki de tam da sakınılan şeyle doluvereceğini. Bu durumla baş etmenin zor ama imkânsız olmadığı, düşülürse kalkılması gerektiğini. Yüzleşmenin iyileşmek için, direnmek ve dirilmek için şart olduğunu öğretti.
Hayatımızdan ‘eksilen’ değerlere dikkat çekiyorsunuz satır aralarında. Kutsallarımızla ve değerler bütünümüzle aramızdaki mesafe giderek açılıyor mu?
Evet açıldı bir kere o mesafe ama hiç kapanmayacak şekilde değil. Zaten bir şekilde kapanıyor da. Ama farklı yollardan geçerek, farklılaşarak ve dönüşerek kapanıyor. Bu sadece Türkiyelilerin başına gelen bir durum da değil üstelik ve birden fazla sebebi var diye düşünüyorum. Kapitalizm ve tüketim kültürü bu sonucu doğuran temel etkenlerden biri elbette. Diğerleri arasında küreselleşmeyi, iletişimin ve ulaşımının hayatı hızlandırmasını, köyden kente göçün insan hayatlarında yarattığı sarsıntıyı, bu sarsıntıların, değerler sisteminin kuşaktan kuşağa başkalaşarak aktarımını, sistematik olarak toplumun genleriyle oynanmasını, yeni koşullarla sınanan insanların yaşadığı ikilemleri sayabiliriz. Ama bunca büyük sosyal-siyasal çalkantılara, kültürel yarılmalara rağmen toplum yalpalasa da tamamen savrulmadı. Elbette yer yer ahlaki çözülme, erdemlerden eksilme, görüntüye kilitlenip özü kaybetme gibi sorunlar var ama çıkmadık candan ümit kesilmez. Bugün dünyanın iyilik üreten en organize ve aktif sivil toplum kuruluşlarının buradan çıkmasını, toplumun merhamet toplumu olarak yeniden tebarüz etmesini hayra yormak lazım.
Denemelerinizde medyaya özellikle televizyona ilişkin sert eleştiriler var. Medyanın, toplumsal arazlarımıza olan katkısı konusunda özeleştiri yaptığını söyleyebilir misiniz?
Türkiye’de medya başından itibaren kendini toplumun üzerine konumlandırmış durumda. Cumhuriyet’in modernleşme projesinde basının da bir rolü vardır; beğenilmeyen, küçümsenen halkı ıslah etmek, ıslah olmayana haddini bildirmek ve istenilen formatı atmak bahsinde. Bu nedenledir ki Türkiye’de medya, toplumu değiştirmek dönüştürmek konusunda son derece radikalken kendini değiştirme, doğru noktaya çekilme konusunda hep muhafazakar davrandı. Ama Allah’tan hiçbir toplum projesi, birileri öyle istiyor diye planlandığı gibi sonuçlanmaz. O yüzden toplumdaki yatay-dikey hareketliliğin sosyolojik siyasi bir sonucu olarak hem medya zaman içinde çeşitlendi ve radikal modernleşmeci medyanın etkisini kırdı, hem de değişen toplumla birlikte toplumun tepesinde eskisi kadar fütursuzca tepinemez oldu.
http://haber.stargazete.com/kitap/siyaset-insandan-ve-hayattan-azade-degil/haber-697181