“Sündüs döşeği”nde ahi rüyası

“Sündüs döşeği”nde ahi rüyası

Osman Aktaş

http://blog.milliyet.com.tr/osmanaktas

24 Temmuz '12

“Dünyanın incisi Endülüs Modeli” adlı kitabı okuyor, notlar alıyordum. Neden bilmiyorum, araya giren yabancı yaptırımlar beni bu çalışmadan soğuttu bir an. Tam bu sırada Abdurrahman Adıyan’dan bir kitap geldi: sündüs döşeği”. Okur kitaplığı tarafından Mayıs 12’de çıkmış. Şiirden anlayanların ellerine ulaşmayı bekliyor.

“sündüs döşeği” 45 şiirle ilk bölümü, “şehir manzaraları” 6 şiirle de ikinci bölümü oluşturmakta ve 116 sayfadan oluşmakta olan güzel bir şiir kitabı…

Şair Vanlı, Bursa’da ikamet etmekte… Çeşitli dergi ve gazetelerde aktif pasif görevler üstlenmiş. Meraklısına duyurulur. Kim bilir belki lazım olur okur / yazarlar için…

Kitap şairin yaşam biçimini özelleyen “ömür çarşısı” adlı şiirinden alıntı bir bölümle başlıyor.

“tanrı,

-sözcük ülkesinin şiir diyarına bir tezgâh kur, dedi.

şimdi ömür kumaşından her gün birkaç ilmek alıyor,

şiir libasını dikiyorum. bu çarşının sanatkârıyım.”

“gün / aydın” ülkenin, törenin ve inanç değerlerinin değiştiği bir zamanda, insanın kendi devrimini gerçekleştirmesi… Yok, devrim gerçekleştirmesi değil, kendi iman ve inanç ölçülerinin korunması konu ediliyor şiirde. Öğüt var şiirde, kendi kendine öğüt. İnsanın verdiği öğütün tutulduğunu görmesi ne kadar güzel bir duygu… En çok kim tutar bir öğüdü, biliyor musunuz; kişinin kendisi… Abdurrahman Adıyan kendi öğüdünü tutar mı bilinmez, ama meylettiği muhakkak…

“…

kalk ey ben!

Değerini kuşan

İlkesizlik seni ilkelliğe götürmesin

Gülistanın çöle dönmesin.”

Bir kişi şair olmaya görsün, gözünün gördüğü her unsurda, kulağının duyduğu her seste aşkı arıyor, eğer gerilla bir yanı yoksa, varsa eğer onu da genellikle aşkın muhafızı, kahramanı yapıyor. Abdurrahman Adıyan da aynı; şair. Her şeyde aşk gören, görmeye çalışan şair… Bu şair kursağında aşkı taşımaya çalışmakta yorgun bir gerilla duyarlığıyla “sefalet dikeni”nde.

“âh sefalet efendi âh!

geç şöyle başköşeye kurul

vaatlerde bulunan, refah nutukları at

ben cömertliği, sen sefaleti yaşardın

bilginleri aç, düşünürleri muhtaç bırakan

aklımı fikrimi alan, neşemi çalan

kederi sepet sepet, efkârı gani olan;

beni köprü altlarında,

varoşlarda, çöp tenekelerinde

kargalardan artanı bırak fakire.”

Yalın bir söyleyiş, ses uyumu için aranan ve zorlanmadan kullanılan uyak, zayıf imgeler, ama kuvvetli anlamlar… Bir kültürü dizelerde gezdiriyor. Düşmanı kendisine sığınan bir Yörük çadırında görüyor gibi oluyoruz kendimizi.

Ben Arnavut kaldırımı görmedim, diğer kaldırımlardan bir farkı var mı, bilmiyorum. Ama devrimcileri, hak aramak için sokağa inenleri, düzen değiştirenleri, köyden başkente yürüyüp iktidar devirenleri biliyorum. Biliyorum Enver Hocaları. Halk için halka halka çoğalanları…

“ne zaman,

arnavut kaldırımı görsem

büyük meydanlarda potinli işçiler…

…”

Şairin oynamak istemediği oyun… “bu oyunda yok’um” devrimci bir söyleyiş, başkaldıran bir insan… Ama şiirde “deniz kanunları işlerken” diye başlıyor, sudan ve rüzgârdan yardım beklemenin olumsuzluğu vurgulanıyor. Oysa denizde deniz kanunu olmasından daha doğal ne olabilir. Eğer denizde şehir kanunları, dağ kanunları olursa rahatsızlık hat safhaya ulaşır ve değişmesi için uğraş gerektirir bence. Bir başka husus denizde Hızır rüzgârdır. Rüzgâr olmazsa gideceğin yere ulaşman Kaf dağına tırmanmaktan daha zor olabilir. Ama sudan can simidi olmaz gerçekten.

“…

bir dağın uçurum boylarında;

kartallardan, akbabalardan yardım bekleyip

gelir umuduyla yaşamak, yaşamaksa eğer

…”

Beni cezbeden dizeler… Günümüz insanının (Müslüman’ının yahut) mehdi ve Mesih beklemesi gibi… Yardım beklenmez harekete geçmek için. Yardım bekleyenler için harekete geçilir. Kartal ve akbaba olunmalı, baykuş ve yarasa değil…

Aynı şiirin son bölümünde şair aslandan pay almanın sıkıntısını dillendiriyor. Oysa ben -eğer varsa- ondan pay almanın onur olacağını düşünüyorum. Ama pay eden domuz ve eşekse bundan korkuyor ve isyan ediyorum. Bizlerin kendisinden pay alabilecek aslan bulabileceğinden endişeliyim.

“beyaz adam” adlı şiir saf, duru, güçlü bir söyleyiş, dimdik bir duruş… Şiir vesselam…

Ve “sündüs döşeği”… Kitaba adını veren şiir… İşte bir yapma destan… “Çanakkale Şehitleri”, “Kuva-yı Milliye Destanı” gibi evrensel niteliğe ulaşacak nitelikte olmasa da… Destan… Keşke Sündüs değil, tüm doğu ve kuzey ırak konu olup ona göre adlandırılsaydı (Şairin dostluk ve anlayışına güvenerek…). Okuyun…

Üç bölümden oluşan bir dua “tanrım şefkatli bir sabahın eşiği’ne” adlı şiir. Şair adına ‘âmin’ diyelim.

“…

ruhumu arı kıl tanrım!

şeffaf bir sabahın eşiğinde

şefkatli bir güneşin ellerine ver beni.”

İşte bir güzel şiir daha; “sakalım sarmaşık olmadı hiç”. Bir Müslüman’ın duygularının filme alınması… Bir Güneydoğu, bir Kuzey Irak yarası… Kan sızıyor düşünebilen, duyumsayabilen insan yüreklerinden. Atılan her kurşundan biri ya İsrail’in, ya müttefiklerinin… Bu ülkede de ( her ülkede olduğu gibi, adı sanı Müslüman görünse de yahut Müslüman olduğunu söylese de) Allah’ın değil İsrail oğullarının emirlerini yerine getiren ne çok insan var. Bunları bilip paylaşmak şairlik… Uyanınca öz kültürünü unutacak kadar bilinci zayıf bir halk karşısında, ona öz kültürünü anımsatmak şairlik biraz da…

“…

yanaklarım tüy tutmaz halepçe’den bu yana

talana çağrılmış varil askerleri

miğferi ve kasaturalarıyla

biraz saddam kokar zalim bakışları

domuz kadar soğuk

zemheri kadar kesiftir gözleri

bağdat üşür sakalım dökülür

benim yüzümdeki birkaç kıl endülüs’te çalındı

şimdi avrupaî bir tarzı kadim mi gerek

ama ortadoğu’da ölüm

sakalımın telleri kadar yakındır bana

sakalım sarmaşık olmadı ki hiç

kendisini dünyaya hikâyelerim anlatsın.”

Van’da görev yaptığım sıralarda bir minibüs şoförü ve bir kahveciyle Hoşap’ta yaptığımız sohbette “Buralar orman gibiydi. Her taraf ağaçlıktı. Ya PKK yaktı, ya devlet. PKK kendisine destek almak için, devlet PKK’yı barındırmamak için yaktı. Böylece cascavlak kaldı her yer.” demişlerdi. Köy, mezra gibi yerleşim yerlerinde seyreltilmiş birkaç kavak ve birkaç söğüt dışında çalı bile göremezsiniz. Şairin “yanaklarım tüy tutmaz halepçe’den bu yana” diye tasvir ettiği yanakların öyküsü…

“ömür çarşısı” şiirinde gerçekten “Memleketimden İnsan Manzaraları” var.

“malatya’da

pineciler çarşısında

ökçeler vurulur gün ortasında

hünerli ellerde çamurlu pençeler

alınlarda ter boncuk boncuk

-sanatsal fotoğraf karesi âdeta.”

“kasket serüveni” adlı şiir kısa bir şecere… Okuyunca töre ve inançları da görüyorsunuz.

“efendim” adlı şiirde televizyonlarda sergilenen kadın denen canlı (kadınların affına sığınarak), çürümüş et yığını ve bunun üzerine kan dökülüyor (boya; makyaj). Bizler de (seyirciler) sırtlan ve akbaba; hem ulaşamıyoruz, hem dans edip birbirimize saldırıyoruz kendimizi bile ihmal ederek.

“ademhan destanı” destan… Okuyun, hak vermeseniz de olur. Hak bir sadaka değildir.

“Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz.” Acaba bu yüzden mi Kemal Tahir “Devlet Ana” diyor. Neyse… “uzakların imgesi yokluğun anne” adlı şiirde beni en çok etkileyen dize paranteze alınmış. “(sonra birilerinin demirden büstleri oldu)” , “(demir büstlerin gölgesinden)” şiiri bir okuyun bakalım “kırık cam parçalarına dönüşen düşlerimiz”i toplayabilecek misiniz?

“kahır tüccarı” gelenekten uzaklaşmadan ve onun tebessümü altında yazılmış bir şiir. Terkipler ve kavramlar hem güzelleştiriyor, hem de çağdaş bir gazele dönüşüyor beyit önemine gerek duyulmadan. Aynı zamanda halk şiiri ve halk yaşantısından da izler taşıyor.

Allah müstehakını versin ey şair, nasıl istersen öyle otur. Ama düz ve doğru konuş. Çünkü biz yalan dinleyerek büyüdük. Birçok yalanı okuyunca fark ettik. Hatta fark ettirenler bile çok kez yalan söylediler. Oysa yalan münafıklığın en büyük alameti değil miydi? Bize pembe, beyaz, yeşil renklere boyayıp sundular söyledikleri yalanları, sunuyorlar söylüyor oldukları yalanları, söyleyecekleri yalanları kim bilir daha kaç renge boyamayı planlıyorlar politikacılar ve medya mensupları.

“gözlerimi yakub’a verdiğimi züleyha gördü” şiirindeki şu dizelerin güzelliğine bakın;

“şarapnel parçaları altında kalan kişiliğim

yılmaz direncini yitirdi

dalgalanan teslimiyetin bayrağıdır

/ barışın değil

yüreğimi bir kravat gibi astım

kasap vitrinine

…”

Yalnız şaire katılmadığım, yılgınlık göstermesi… Kişi direncini yitirirse özgürlük, insanlık din yenilmiş olur. Burada Akif’i anmak yerinde olur sanırım; “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak” direnişini yitiren biri bedenini değil, ruhunu, düşüncelerini, duygularını ve kendine inananları da tutsaklığına ortak ediyor demektir.

Saf, berrak, çocuksu duyguların büyüklerin yüreklerini yumuşatmaya yönelik bir şiir “masal kızı”. İsterseniz okuyunuz.

“haydi çocuklar,

uçsuz buçaksız hayal dünyanızla gelin

beyaz güvercinlere mavi benekler çizerek

…”

Ne kadar yumuşak, ne kadar kaygan dizeler, ipek atlas gibi…

“…

Kurşun hızıyla gözbebeklerimden çıkan yaş

Namludan fırlayan mermi gibi yüreğimi delip

- geçti

…”

“müreffeh hayat kaf dağının ardına kaç” adlı şiirde Abdurrahman Adıyan böyle kuruyor dizeleri. Aynı duyarlığı işleyen İsmet Özel “Aynı Adam” adlı şiirinde dizeleri nasıl kuruyor bakın:

“…

Yürüyorum

azarlanıyorum fışkıran başaklarla

iki bomba gibi taşıyorum koltuğumda bir çift somunu

hurdahaş bir sancıyla geçiyorum badem çiçekleri altından

gözlerim nemli değil

gözlerim namlu.”

Yorum sizin…

Eylül ne güzel kimilerinin bakışında, kimilerinin yüreğinde, kimilerinin tuvalinde, Adıyan’ın kaleminde… Oysa bende kırgınlık, kızgınlık, nefret, acı ve buhran Eylül… Kanayan yara yüreğimde evrenin yitirttiği, bitirttiği değerler Eylül. Eylül hapishaneden çıkamayanlar. Eylül hapishaneye bile giremeyenler. Eylül yakılan kitaplar, yürekler, babasını kimden soracağını bilemeyen çocuklar, bir zulüm, kendi geleceklerini meşrulaştırmak için öldürülen insanların artışını sağlayacak kışkırtmalarda bulunmak. Eylül Afganistan, Pakistan, Irak işgal ve işgal girişimlerinin meşruluğuna zemin hazırlamak… Eylül işte böyle bir şey benim için… Kan içenlerin içine sindirdikleri bir zaman dilimi.

Düşünüyorum da, dünyada ne çok Tony var yerli yabancı. Tonyleri yöneten biri yok, Tonylerin yönettiği birileri var, onlar da toplum ve ülkeler yönetmekteler… Sizler de bir okuyun “tony bir seyip köpektir” adlı şiiri. Her ne kadar benim söylediklerimi çıkaramasanız da… Sizlerde nasıl bir çağrışım yapacak?

Çoğu çok güzel, bir kısmı güzel, bir kısmı doldurma dizelerden oluşan (bence), ama okunmaya değer bu kitabın ikinci bölümüne geçmeden “akşam melankolisi”nin harika bir şiir olduğunu, “utansın” adlı şiirin ise, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Hikâye” adlı şiirine bir tür nazire diye düşünüyorum.

İşte ikinci bölüm; şehir manzaraları… Italo Calvino’dan bir alıntıyla başlıyor. İlk şiir “istanbul ey istanbul” adlı şiiri Adıyan Necip Fazıl’ın “Canın İstanbul” adlı şiirine nazire olarak yazdığını ifade ediyor. Bence okunmaya değer…

“Van gölü’nde güneşin valsı”, “bir lale şehridir Muş”, “Montania Mudanya”, “Mudanya sokakları” ve “Niğde destanı” destan üslup ve duyarlığıyla yazılan bu şiirler de anlam ve söyleyiş hâkimiyeti olan dizelerden oluşmakta. Bakın “Mudanya sokakları”nda şair bunu nasıl ortaya koyuyor.

“…

tanrı aşkına!

dişleri sökülmüş memleketin

damağında mum yakıp

apartman dikmek bir hüner midir?”

Kitapla ilgili son bir şey de, bence, madem imla ve noktalamalar kullanılıyorsa, kurallara uygun olarak büyük küçük harf duyarlığına da yer verilmeliydi. Yok, böyle bir kaygı güdülmüyorsa, noktalamalar ve imla da olmamalıydı, diye düşünüyorum. Kitap ola hayrola…

Okumak ibadettir, okumak bilmektir, okumak paylaşılanları görmektir, okumak konuşmaktır, okumak yazmaktır zamanı gelince… Okuyun hangisi için okursanız, onun için okuyun…

24 Temmuz 12

Bodrum

http://blog.milliyet.com.tr/-sundus-dosegi-nde-ahi-ruyasi/Blog/?BlogNo=372007