TREN HATIRALARI DA VAGONLAR GİBİ DİZİ DİZİ...

TREN HATIRALARI DA VAGONLAR GİBİ DİZİ DİZİ...

‘Uzun Hikâye’ filmini izledikten sonra depreşen tren yolculuğu hasretim Mehmet Aycı’nın ‘Sonrası Şimendifer’ kitabını okuduktan sonra iyice rayından çıktı.

 

15 Kasım 2012 Perşembe

 

Mehmet Aycı’nın Sonrası Şimendifer kitabı Okur Kitaplığı’ndan Ağustos 2012 de çıkmış. Aslında kitabın kapağı bile biz trenseverlerin yüreğini titretmeye yetiyor. Ancak kitabı bitirdikten sonra hep aklımdan geçen bir keşke var ki bu sefer kendimi yüksek sesle tekrar ederken buldum. Keşke şehirlerarası ve ülkeler arası istediğimiz her yere tren ile seyahat edebilseydik güvenli bir şekilde.

Çantada okumalık kitap

Trene dair ne varsa kitapta mevzubahis edilmiş gibi. Hatta tren ile alakalı teknik bir takım terimleri, görüp de adını bilmediğimiz parçaların ayarlarına varıncaya kadar detaylarına vakıf oluyoruz kitap vesilesi ile. Ama şüphesiz en güzel yanı trenin hatırlattığı anılar, dumanı tüten tatlı hikâyecikler. Kitap çok hacimli olmadığı halde elimde hayli kaldı. Bunun bir sebebi yükte hafif olduğundan ekseriyetle çantada yolculuk esnasında okumam ise, bir diğer sebep de trenden bende kalan kendi anılarıma sık sık dalıp gitmemdi büyük ihtimal. Meğer ne çok geçmişim o rayların üzerinden de biriktirmişim trenli hatıralar.

 

İlk aklıma küçük kızımın beni bozup, morarttığı an geliyor. Henüz dört, beş yaşlarında iken istasyonda beklediğimiz tren biraz gecikince sabırsızlanmaya başlamıştı ki ben uzaktan gelen treni görünce ona müjde verircesine “bak kızım çuf çuf geliyor” dedim. Bana döndü ve en ciddi hali ile “anne o çuf çuf değil, tren” dedi. Ben bakakalmış ve “kızım büyümüş de haberim yok” diyebilmiştim sadece.

İki güzel: Tren ve kar

Yazar, tren ile kışın yolculuk yapmanın güzelliğinden dem vurmuş ya, ben burada da kendi iç seyahatime çıktım. Her yerin bembeyaz, tertemiz ve soğuk olmasına rağmen bana hep çok sıcak gelen karla neşelenen keyfimiz ağır ağır ilerleyen trenden bu doyumsuz manzarayı izlerken daha da şenlenmişti ki rayların üzerine devrilen kocaman bir ağaç sebebiyle tren durmak zorunda kalmıştı. Meraklı yurdum insanı dışarılara dökülmüş ve yaklaşık bir saat sürmüştü ağaç kaldırma operasyonu.

Çocukların trende oturmaktan en çok hoşlandığı masalı koltuklarda oturuyorduk iyi ki de. Kızım çantasından eksik etmediği boya kalemlerini ve kâğıdını masaya yerleştirdi ve başladı keyifle resim yapmaya, ben de kitap okumaya dalmıştım. Başkaları beklemekten sıkılıp, oflayıp puflarken bizler de zamanın nasıl geçtiğini anlamadan tren hareket etmeye başlamıştı bile.

Okumak için birebir

Zaten yazar da kitabı en çok trene yakıştırıyor bizim gibi. “Diğer ulaşım araçlarında da kitap okunur elbette ama kitabın kitap olarak en esaslı okunduğu yolculuk tren yolculuğudur” diyor. Ve yine ilk defa kitabımı unuttuğum tren yolculuğumuz geliyor bu sefer de aklıma. Gideceğimiz adresi bilen eşime güvenme gafletinde bulunuyorum ve ineceğimiz istasyona gelmeden evvel uyarır umuduyla kitabıma gömülüyorum huzur içinde. Bir kaç saat sonra eşim aniden “geldik, hemen inmemiz lazım” diyerek pür telaş, apar topar indiriyor bizi. Benim kitap o kargaşada nasıl olduysa trende kalıyor. Nasıl üzüldüğümü, hele tam da en heyecanlı bölümündeyken kendimi yiyip, bitirdiğimi tabi daha çok da eşimi varın siz düşünün.

Peşisıra çocuklarla kim bilir yine neye yetişmek zorunda kalmış isek eşimin de bizi uğurlamak için geldiği istasyon anımız geliyor hatırıma. Tam tren o insanın içini alıp götüresi düdüğünü çalıp hareket etmeye başlamıştı ki biz merdivenlerden inip yetişemeyince eşim raylardan atlayıp koca treni durdurdu iyi mi. Biz trene binerken çocuklar galiba babalarını o gün Süpermen filan zannetmişlerdi.

Kitap okunur da dergi okunmaz mı?

İzmit –Haydarpaşa arası iki saat. Gidiş dönüş eder dört saat. Peki, bu neye tekabül ediyor bilin bakalım. Trene binerken aldığınız Cafcaf’ı tam tamına baştan sona bitirmeye elbette. Eh bir de dergiden bihaber vatandaşa gurur ve şevk ile canım Cafcaf’ım iç sesi ile çaktırmadan reklamını yapmaya. Tek problem tebessüm ederken endişeye mahal vermemek için kendinize biraz hâkim olmanız o kadar.

Trenin sesi gelir uzaktan…

Amma da anlatacak mevzu varmış trene dair. Mehmet Aycı hayra girdi. Kitabı okuyana kadar hiç bu denli derin düşünmemiştim tren hakkında. İkamet ettiğim iki şehirde de tren istasyonuna on beş dakika mesafede oldu evlerimiz. Artık o düdük seslerini uzaktan uzağa duymaya aşina kulaklarımız trenin hangi saatte gelip gittiğini ezberlemişti bile. İstasyondan biletimi aldıktan sonra, gittiğim yere boş gidememe huyumdan ötürü arkadaşlara aldığım küçük hediyeyi tedarik ettiğim pişmaniyeci ile bile artık neredeyse tanış olmuştuk. Değişik bir şey alacak olup da fiyatını sorduğumda “abla fiyatı yedi milyon ama sana beşe olur” diyecek kadar çok gidip gelmişim demek ki trenle.

Gel de bu kitabı okuma!

Neredeyse on aydır trenden ayrı düştük. Ve özledik. Bir daha ne zaman kavuşacağız Allah bilir. Pişmaniyecimiz ne hallerde acaba. Tam da şu esnada neyi hatırladığımı bir bilseniz. Yetim buluşmasına giderken araçta beyaz sakallı bir amca vardı. “Bu amcayı ben tanıyorum ama nerden” diye düşün düşün bir türlü bulamamıştım. Birisini tanıdığımı bildiğim halde hatırlayamayınca ifrit oluyorum yani. Ta ki şimdiye kadar bulamamıştım. Bu yazıyı yazarken o amcanın istasyondaki pişmaniyecide ara sıra duran amca olduğunu hatırladım. Bazen kendisi, bazen oğlu, bazen de torunu olurdu. Nur yüzlü amcam ya. Oh ben de rahatladım sonunda, bir kitap nelere kadir, gel de okuma bakalım. Okuma da dur!

 

F.Kebire Gündüz Karaaslan “treni seven okusun” dedi

 

http://www.dunyabizim.com/Manset/11527/tren-hatiralari-da-vagonlar-gibi-dizi-dizi.html