Usul ve Esas: Düalist Mantığın Ötesi Örfün İnşaası
Asım Öz
Müslümanların düşünce tarihinde kültürel sıkıntı ve arızalar söz konusu olduğunda iki tür tavır olduğu görülür. İlki her ne olursa olsun sözlü kültürle biçimlenen ve sonradan yazılı bir boyut kazanan aktarımcılıktır. İkincisi ise ister sözlü bir usûl dairesinde olsun isterse yazılı metin boyutunda olsun aklı faal hale getirmeye çalışan ve genel olarak ehli rey olarak anabileceğimiz yaklaşım tarzıdır. Günümüz dünyasındaki zihniyet sorunlarından kaynaklanan değişik problemler karşısında çözüm yolları aramak ve bulmak, bugünün dünyasında bir örneklik ortaya koyabilmek için yeniden kaynaklara eğilmeyi hedefleyen yaklaşımların Müslümanların kültür tarihindeki karşılığı ehli reydir.
Kültürel sıkıntı ve arızaların güç kaybıyla daha da belirgin olmaya başladığı on dokuzuncu yüzyıldan itibaren yerleşik ama aynı zamanda sıkıntılı bir adlandırma ile gelenekçilik ve modernlik olarak kabaca tarif edilen bu tavır alışlar içerisinde bulunan kişilere dair henüz sağlıklı bir bakış açısıyla yaklaşabildiğimizi söylemek mümkün değildir. Çağdaş Müslüman düşüncenin içinde bulunduğu bu durum kanaatimce, talip olduğu bilgiye ve geleceğe nasıl bir usulle ve hangi araçlarla gideceğini bilememekle, geride bırakılması gerekenlerin hesabını yeterince ve doğru olarak yapamamasının dolayısıyla da kültürel mirasını tahlil ederek eleştirel düşünce sürekliliğini sağlayamamasından kaynaklanmaktadır. Bu gerilimli olan süreç ehli reyin daha donanımlı olan çizgisi istikametinde mutlaka aşılması gereken bir merhaledir.
Temelkoyucu Bütünlük
Bir düşünürü anlamak demek aynı zamanda bir kişilik olarak onun düşünsel temellerinin sağlam bir biçimde bilinmesi ile sağlanabilir. İşte, Metin Önal Mengüşoğlu’nun düşünce dünyasını genel hatları ile değinilen bu kültürel vasattan yahut arka plandan hareketle ele almak gerekmektedir. 1960 sonrası Türkiye’sinde edebiyat ve düşünce dünyasını aynı titizlikle takip eden ve her iki alanda telif eserler ortaya koyan Mengüşoğlu’nun tekdüzelik ve tek sözlülük tehlikesinden kaçınan ehli rey mensubu bir düşünür ama aynı zamanda bir sanatkâr olarak ele alınması gerekmektedir. Onun durumu pek çok yönden ilginç ve belirleyicidir; öncelikle birbirini dışlamayan aksine pekiştiren düşünce ve sanat bütünlüğünün ne kadar önemli olduğunu eserleriyle temsil eder.
Mengüşoğlu’nun temel kaygı ve amacının bu bütünlüğü yeniden güçlü bir zihin diliyle kurmak olduğunu ifade edebiliriz. Saf düşünce peşinde olanların, yalnız düşünce dünyasıyla ilgili olmaları, edebiyattan uzak ve özel bir dünya ile kuşatılmış durumda olduklarını, sanatkârların ise düşünce dünyasını fazla itibara almamaları tabiri caizse kültür dünyasında oldukça tanıdık bir görüntü olan geniş, çetin ve tanıdıkça karmaşıklaşan çifte yanılsamayı beraberinde getirmiştir. Mengüşoğlu, bu türden bir düşünce kavramını ve sanat kavramını hor görür. Bunu insanî zaafından ötürü değil bölünmüşlükten nefret ettiği için hor görür. Bu bölünmüşlük hâlinin, bugünün Müslümanlarının mutlaka, ama mutlaka aşmaları gereken çetin bir yol olarak hâlâ önlerinde uzandığını da belirtmek gerekir.
O halde öncelikle şunu sormak durumundayız: Mengüşoğlu’nu kendi atmosferi ve düşünce yapısı içinde anlamanın ve anlatmanın yolu ne olacaktır? Kanaatimce bunun bütüncül olarak ortaya konulabilmesi, Mengüşoğlu hakkında birkaç yüz sayfalık bir monografi çalışması demek olduğundan, burada ancak bu monografinin bazı bölümlerine ilişkin genel bir bakışla yetinilecektir.
Mengüşoğlu’nun dünyasını anlamanın yolu şu üç güzergâhtan geçer: İlki akleden bir mümin olarak bütün düşünsel, siyasal mirası ile içinde yaşadığı sosyal çevre ve bu çevrenin eleştiriyi ibadet bilinci ile merkeze alan değer hükümleri. Bununla bağlantılı olarak onun düşüncesine etki eden ve katkı sunan yazar ve eserler. Bu ikisinin ışığında düşünce ve edebiyat dünyasının tam bir analizi.
Gücü elinde bulundurmanın rahat güveninin kaybolmasının ardından yerleşik düşüncesiz alışkanlıkların sorunlu olduğunu ifade eden Muhammed Abduh’tan Malik Bin Nebi’ye, Mehmet Âkif’ten Muhammed İkbal’e kadar çağdaş Müslüman düşüncede kendini kabul ettirmiş tüm yazarların yazılarında Müslümanların içinde bulundukları hâlin itirafını bulmak mümkün. Bu isimlerin bazılarının sorgulayıcılıklarının hatırlanması bazılarının da ilk defa Türkçe kültür dünyasına fark edilir bir biçimde dâhil olması altmış sonrasında meydana gelmiştir. O bakımdan bu yıllar düşünsel atılım ve dönüşüm bakımından oldukça önemlidir.
Bir defa şurası unutulmamalıdır ki, İslam söz konusu olduğunda kaynaklara dönüşü savunan bir düşünür olarak Mengüşoğlu tam anlamıyla farklı bir niteliksel dönüşüm sürecinin ortaya çıktığı altmış sonrası düşünce dünyasını bütün boyutlarıyla takip etmiş kimi çevre ve olayların bizzat içinde bulunmuştur. Mehmed Said Çekmegil’den Yılmaz Güney’e, Büyük Doğu’dan Diriliş’e, Nurettin Topçu’dan Fethi Gemuhluoğlu’na uzanan bir hat söz konusudur. Ama bu, katıksız bir bağlanış değil eleştirel bakışın içinden belirginleşen ve çoğu zaman dışlamaya muhatap olan bir bulunma hâli olmuştur. Belki bundan dolayı Diriliş Yayınlarında çalışmış olmasına karşın Diriliş dergisine yayımlanması için şiir vermemiştir. Herkesin dostluk abidesi olarak kutsadığı Gemuhluoğlu’nu İstanbul Hikâyeleri’nde yer alan bir hikâyesinde zaafları sebebiyle eleştirmiştir.
Altmışlı yıllardan itibaren Türkiye’de yaşanan kültürel değişmeler hesaba katılmadan ne Mengüşoğlu’nu ne de bu dönem insanlarının verdiği mesajı anlamak mümkün değildir. Bu dönemin bütün sıkıntılarını bizzat yaşamış, gerek mistik çevrelerde gerekse günlük hayatta bütün etkilerini bire bir müşahede etmiştir. Kaynaklara dönüş düşüncesinin belirginleştiği bu yıllardan itibaren İslamî düşünüşün kaydetmiş olduğu ilerlemenin büyüklüğü inkâr edilemez. Bu dönüştüren kültür, kavramlardan siyasi eylemlere değin çok farklı alanları kapsar. Elbette ki bunlar onun dünyasını derinden etkilemiştir. Farklı söyleşilerinde, soruşturmalara verdiği cevaplarda, Bilge Terzi(2009) kitabında, Kelime dergisini anlattığı yazısında hatta Süleyman Arslantaş tarafından Said Ertürk anısına hazırlanan İzler’de ve İktibas dergisinin Ercümend Özkan özel sayısında yer alan değerlendirme yazılarında bu dönüşümün panoraması rahatlıkla görülebilir, nasıl bir etkilenme yaşadığı anlaşılabilir. Bunun yanında Ağabeyime Mektuplar(1995)’da olsun Düşünmek Farzdır(1996)’da olsun kitapların girişinde yer alan sunuş yazıları da yazarın düşüncesini toplumsal, siyasal, kültürel süreçlerle ilişkilendirerek ifade ettiğinin bir göstergesi olarak okunabilir. Kaynakçalarının başında yer alan Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu ve vahyi anlamaya katkı yapan daha pek çok eser üzerinden de zihin dünyasının nasıl yoğrulduğu daha iyi bir şekilde kavranabilir. Kitaplaşmadan evvel Kriter dergisinde yayımlanan; 1 Kasım 1983 tarihli ilk mektupla başlayan ve 1 Eylül 1984 tarihli on üçüncü mektupla tamamlan Ağabeyime Mektuplar sıcaklığı, doluluğu, öğütleri, iç döküşleri, uyarıları ve farklı göndermeleri yanında Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak(1992)’ta seksenlerin kültürel iklimine dair yapmış olduğu çözümlemesini oldukça erken bir tarihte yapması nedeniyle de öncü kitaptır.
Müstakim Çizginin Anlayış ve Bakışı
Gerek çeviri eserlerle gerekse Malatya ekolünün katkısıyla ama aynı zamanda edebiyata ve bütün olarak sanata duyduğu sürekli ilgi ile kendine özgü bir ses olmayı başaran Mengüşoğlu bu yönüyle büyük olasılıkla kendisinden önce en çok bilinen ve üzerinde en çok tartışılan Mehmet Âkif’in günümüzdeki yaşayan örneğidir[1]. Kanaatimce bu iki yönünü genel hatlarıyla ortaya koyan eserleri Düşünmek Farzdır ile poetikası olarak görülebilecek Vahiy ve Sanat(2004)’tır[2]. Ayrıca bu iki eserin ana temaları doğrultusunda yazılan roman ve hikâyelerini, değini ve eleştiri yazılarını da anabiliriz.[3] Diğer taraftan bugün anlaşıldığı şekilde dar anlamda hukukun yahut fetvanın karşılığı olarak kullanılan fıkıh kavramının bütün beşeri hayatın düzenlenmesi şeklindeki aslına uygun anlamının onun yazılarında alttan alta işlenen bir tema olduğunu da belirtmek gerekir. Doğru düşünmenin yöntemi olarak fıkhın dolayısıyla bu yöntemi uygulayarak öne çıkan fakihlerin adı İslam Düşünce Tarihi olan eserlere alınmayışını eleştirdiği gibi zanlardan oluşan felsefenin bütünüyle düşünce olarak telakki edilmesini doğru bulmaz.
Mengüşoğlu’nu Mehmet Âkif’le birlikte anma gerekçemi biraz daha somutlaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: O güne kadar birikmiş değerlerin, önceliklerin, kurumsal yapıların çatırdadığını fark eden Âkif sadece sanatıyla değil düşüncesiyle ve bu düşüncenin yönlendiği çevirileri ile de öne çıkmıştır. Âkif’in dünyasında, Necip Fazıl’da olduğu gibi Müslümanların yapıp ettiklerini, din olarak algıladıklarını bütünüyle sahiplenmekle yetinmek söz konusu değildir. Âkif, eleştirel bir tavırla Müslümanların içe dönük bir özeleştiriyi gerçekleştirmelerinin aciliyeti üzerinde durarak, eleştirilmesi gereken maskaralıkları ile de yüzleşme cesaretini gösterebilmiştir. Bundan dolayı Âkif’in Sırâtı Müstakim ve Sebilürreşat’ta Müslümanların kültürel dünyasına dönük olarak ortaya koymuş olduğu eleştirel bilinci sanatıyla birleştiren istisnai hâlin Mengüşoğlu tarafından aynı öz etrafında farklı alanlara doğru genişletildiğini söyleyebiliriz.
İnceliklere vâkıf olmanın gerekliliğini hem düzyazılarında hem şiirlerinde ortaya koyan Mengüşoğlu ilk sayısından itibaren ilgiyle okuduğunu belirttiği Haksöz dergisinin ikinci sayısında yayımlanan mektubunda bu titizliğini belirgin kılmaktadır:
Sözgelimi bir hadis'in sağlığını-sıhhatini ciddi olarak tanımak uzun ve zahmetli bir yoldur. Ama onu kabullenmemek yahut daha hafifinden gözardı etmek, görmezden gelmek daha kolay ve ucuz bir yoldur.
Örneğin Kur'an bazen münafık, bazen kâfir, bazen fasık, bazen facir tabirlerini ayrı ayrı menfi anlamlar olarak kullanır. Bu farklı kullanımların nedenlerini, haysiyetlerini, nüanslarını incelemek tek tek ortaya koymak, araştırmak epeyce uzun zahmetli bir iştir. Ama bunların 'eş anlamlı' olduğunu savunup farklı anlayışları bir kalemde yanlışlamak kolay yoldur.
Örneğin bir Numan b. Sabit'i tanımaya çalışmak, çabalarını araştırmak, eserlerini, öğrencilerinin eserlerini, hakkında söylenilenleri bulup buluşturmak uzun ince bir yoldur. Ama bunların mezheplerinin hepsinin zulüm ve adaletsizliğe yol açtığını savunup bir çırpıda silip atmak daha kolaycı bir tutum olmalı.[4]
Bunun gerçekten can alıcı bir tespit olduğunu düşünüyorum. Mengüşoğlu’nun, ısrarla göz ardı edildiğini düşündüğü bazı meseleleri süreklilik ve devamlılık ekseninde hatırlatma sorumluğunu yazı hayatının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğünün bir göstergesidir burada ifade edilenler. Şu da var: Duygulardan tümüyle âzâde yazılar değil bunlar. Ne kadar zihinsel bir çabanın ürünü olursa olsun zorunlu bir duygu dünyasının parçasıdır onun için. Kendisine kavramsal çerçevesini, perspektifini ve konuşma gücünü veren anlayışından kaynaklanan bu sesin düşünür ve sanatkârlardan oluşan kültür dünyasında yetim kalmış bir ses olduğunu da üzülerek belirtmek gerekir. Buna karşın yaslı yahut yas tutan kişinin sesini bulamayız onda. Korku ve ümit arasındadır.
Kaynaklara dönüşü hedefleyen daha modern, daha kurucu, daha kuşatıcı denilebilecek bir kültürel stratejinin kendini var etmesi için gerek Urvetül Vüska’dan gerekse Menar’dan çeviriler yaparak Müslüman dünyanın ilmi birikimini yansıtan Âkif’le çeviri siyaseti noktasında da paralellikleri vardır Mengüşoğlu’nun. İlk sayısı 1986’da çıkan Kelime dergisinde Kur’an ve diğer konular hakkında yayımlanan çeviriler konuyla ilgili ilmi birikimi Türkçeye aktarması yönüyle Âkif’in Sırâtı Müstakim’de kompleksizce gerçekleştirmeye çalıştığı bilgi temelli yaklaşımı ile birlikte düşünülebilir. Kelime dergisinde bazı bölümlerinin tercümesi yayımlanan ve 1996 yılında bütün olarak çevrilmesinden itibaren Kuran konulu çalışmaların, tartışmaların ayrılmaz parçası olan Muhammed Esed’in 1980’de tamamladığı Kuran Mesajı’nın Türkçe kültür dünyasında ilk olarak fark edilmesi Mengüşoğlu’nun yayımladığı bu dergi sayesinde olmuştur. Ayrıca dergide Arabia dergisinde yayımlanan ve Muhammed Esed’in hayatını konu edinen “Öncü Bir Düşünür” başlıklı yazının çevirisi de yayımlanmıştır. Hikmet Zeyveli’nin kitaplaşan ve alanında çığır açan Kur’an ve Sünnet Üzerine(1997) kitabında yer alan makalelerinin büyük çoğunluğunun yine Kelime dergisinde yayımlanmış olması da dikkatle üzerinde durulması gereken bir başka husustur. Bu örnekler gerek çeviri siyaseti gerekse telif yazılar noktasında Âkif’in dergi tecrübesi ile Mengüşoğlu’nun dergi tecrübesi arasında belirgin bir anlayış benzerliğinin bulunduğunu göstermektedir.
Küçük soruları, basit sorunları, kolay düğümleri çözemeyen insanların zor sorunları ve düğümleri çözemeyeceklerini düşündüğü için gündem konusunda, gündemlerin geçip gidiciliği karşısında farklı bir tutum içinde olmuştur. Kelime dergisinde ve Nida dergisinde bu bağlamda yazmış olduğu yazılar da farklılığın görünür olmasını sağlayacak niteliktedir. Diğer taraftan yazı hayatında İslam’ı sıfatsız bir sahiplenişle sahiplenir; meramı anlatmak için çoğu zaman farkında olunmadan kullanılan ümmetçi, şeriatçı, Osmanlıcı, sentezci, mealci, Muhammedî, hizbullahî, tevhidî, radikal ve benzeri yakıştırmaları hiçbir zaman ilmî ve doğru bulmaz. Kur’an İslamı, Kur’an'daki İslam, Kur’anî İslam terkipleri de öteden beri sıcak bakmadığı ifadeler olarak dikkat çeker. Bu konuda ısrarlı olduğunu, üstelik bu ısrarının oldukça köklü bağları bulunduğunu ilkin Vâride’de gösteren Mengüşoğlu Haksöz’de yayımlanan yazısında bu konudaki yaklaşımlarını daha da belirginleştirmektedir. İslamî dile Müslümanların özen gösterip sahip çıkmalarının gerekliliği üzerinde ısrarla durmaktadır. Ne demokrasi, ne hoşgörü ne de derin bir kompleksin neticesi olan İslami sol kavramlaştırmalarının onun dünyasında yeri yoktur. Özgün bakışın ve konumun sürdürülmesi bakımından önemli olan bu hassasiyet Hakkı hak bilerek samimiyetle yola devam etmenin gerekliliklerinden biri olarak zikredilebilir.
Yazılarında geleneğin hurafe boyutu içinden doğan yeni gelenekçi kültürel metinleri ve kişileri eleştirme çalışmalarını titizlikle sürdürdüğü görülür. Mevlâna’dan Yunus Emre’ye, Seyyid Hüseyin Nasr’dan Yusuf Kaplan’a değin uzanan bu eleştirellik, kaynaklarla araya çekilen efsane tüllerini, Müslüman toplumların zihinlerinde oluşturduğu mitolojik bulaşıklardan arınmayı salık verir. Müslümanların vahyi anlamaları ve bunu bir ütopya olarak görmemeleri gerektiği konusundaki yaklaşımlarını eleştirerek hurafeciliğin alanını genişletmeye çalışan yazar ve çevrelerleri de çekinmeden eleştirmeyi bir ibadet bilinci içinde süreklilik kazandırdı. Divan dergisinde yayımlanan, İsmail Kara’nın yazmış olduğu "Unuttuklarını Hatırla: Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not" başlıklı makalesinin söylemini Umran dergisinde yayımlanan “Şerh ve Haşiye Geleneği İle Doğrudan Kur'an'a Dönüş Meselesine Dair Farklı Notlar” başlıklı yazısında eleştirerek bu konudaki suskunluk sarmalını kırmıştır.[5] Fıkhın, tefsirin, kelamın, hadisin gerek yöntem olarak gerekse içerik olarak köklü biçimde yeniden ele alınarak güncelleştirilmesinin kaçınılmaz hâle geldiği ve bunun da sürekli kaçışlarla yönteminin belirginleştirilemediği bir ortamda hâlâ mitik ve mistik bir Osmanlı hayali üzerinden şerh ve hâşiye savunusu yapmanın müelliflik olarak görülmesi düşünce dünyasının fakirliğinin göstergelerinden biri olsa gerek. Burada çok önemli bir mesele üzerinde durarak, teşhisi doğru yapmak gerekmekte: Yeni yorumların ışığında meydana getirilen tefsirleri sahiplenemedikleri için muhafazakârca bir tutumla husumetlerini açık eden, kıskançlığın kompleksi içinde kendini değişik bir psikolojinin eline teslim eden şerhçi yaklaşım sağlam bir din telakkisinden uzak olduğu kadar asrı idrak eden düşünürlerin entelektüel mirasını değersizleştiren ya da göz ardı eden dayatmasını Türkçü bir yaklaşımla da takviye etmeyi ihmal etmiyor. Belki bu nedenle Muhammed Abduh’a, Reşit Rıza’ya, Seyyid Kutub’a ve diğer isimlere husumet besliyorlar ve bunları da imalı bir biçimde ifade etmekten çekinmiyorlar.
Geleneğin hurafe kısmını sahiplenmenin içine sinen ideolojik yanılsamada aldanışın nasıl var olduğunu ortaya koyan Mengüşoğlu’nun bu yazısı bir bakıma Âkif’in “En büyük fâzılınız bunların asarından/ Belki on şerhe bakıp bir kuru ma'nâ çıkaran” şeklinde şiirin imkânları içinden eleştirdiği şerh ve hâşiye kültürüne ilişkin olarak düzyazı düzleminde yapılmış ilk eleştiri olması bakımından da önemlidir. Bu yönüyle yeni gelenekçilerin muhafazakâr zayıflıklarını başarıyla gösterme sorumluluğunu yerine getirdi.
Modern durum hakkında egemen olan olumsuzlayıcı bakışa dair sorularını cesaretle sormasından ve yanıtları “söyledim ve ruhumu kurtardım” duygusundan da öte, söylenemeyenin de ruhunu kurtarma çabasının dışavurumu şeklinde algılayabiliriz. Modernizmin meydan okuması karşısında modern durum eleştirisinin bir tür “hak din” olarak öne çıkarıldığı anımsandığında modern durum hakkında yapılan gelenekselci eleştirilere katılmayışı ve geleneğin hiyerarşilerine güzelleme yapmadan dinamik bir bakışı gündemleştirmesi önemlidir. İmtihan sürecinin gerçekleştiği dünya hayatının hakkını vererek ahde vefa göstermeyi öne çıkaran bir bakışın sahibi olmasından dolayı modern olanın olumsuzlanmasını öncelikli gündem haline getirmeyişi ile de çoğu Müslüman entelektüelden farklılaşır. Burada ve şimdi olanın yahut hayatın ortasından kitabı okumanın adı olarak halin bilgisini önemseyişinin başat bir etkisi vardır bu bakışta. İnsanın amelleriyle iyi veya kötü karşılıklar kazanacağı dünya durumuna temel kaynağın anlayışı penceresinden bakışın neticesi olan bu esaslı bakış, olan ve olması gereken arasındaki optimal uyumu esas alır.
Müthiş karamsarlığın içinden kurulan, Asr suresinden habersiz metafizik gizemlerin berkittiği zamandan rahatsız olan bakışların da ipliğini pazara çıkardığını gerek gezi yazılarında gerekse kimi söyleşilerinde görmek mümkündür. Modern olanı bir başka yolla anlamak çabası da sayılabilecek olan bu bakış, modern olanın karşıtlığı üzerinden kurulan kültürel kimliği ve o kimlikle bugünü oluşturan olguları ortaya çıkarmada yaşanan sıkıntıları, bu ruhun nelerden etkilendiğini, nerelere kırıldığını, neye ağladığını, neyi arzulayıp neyi ne zaman dışladığını, neyle sırnaşıp şımardığını, nasıl şahlandığını örnekleriyle betimlemek bakımından Nida dergisinin 146. sayısında yayımlanan sorgulatıcı cevapların okunması gerekmektedir. Genel zanlara sığmayan, o zanları zorlayan içerikler barındırıyor modern olana yaklaşımı. Bütün bunları aynı anda, üstelik söyleşi gibi kırılgan sayılabilecek bir tür aracılığıyla yapmaya çalışmanın söyleşiye aşırı yük bindirdiği söylenebilir. Ama ufukta başka bir yol da görülmediği için şimdilik bu yük üzerinden söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı anlaşılır kılan bu söyleşiye dikkat kesilmenin gerekliliği vurgulanabilir.
Yazıda ısrarla üzerinde durduğumuz, iki farklı söz siyasetinin, nihayet iki farklı kültür stratejisinin aşılması gerekliliğini ve bunun bazı örneklerini belirlemeye çalıştığımız bu yaklaşım içinde Mengüşoğlu’nu anlamaya ve anlatmaya çalışmak gerekir. Ancak bu yaklaşım tarzı gerçek kişiliğiyle Mengüşoğlu’nu ortaya çıkarabilir. Bu bütünlük çabasını özetleyen bir alıntıyla bağlayalım yazıyı:
“Niçin aranızda sanatkârlar yok? Çünkü sanatkârların çıkardığı dergilerde de fikir adamları yok. Bu sonuç düalist mantığın, batı şablonunun ürünüdür. Batılılar "bir şeyin her şeyini, her şeyin bir şeyini bilmek" diye bir genel kültür tanımı yaparlar. Onlar skolastik felsefeleri gereği okulu çok severler. Okul, bir sınıfı dolduran farklı kabiliyetteki birçok insanın zihnini aynı şablona sığdırma çabasının ürünü bir müessesedir (Mekteple aynı anlama da gelmez). Bence insan fıtratına aykırı bir eğitim öğretim kurumudur. Müslümanların yetişme/yetiştirme yöntemleri çok farklıdır. Ebu Hanife, İmam Şafii, İbni Haldun, Gazzali ve İbni Teymiyye'yi düşünelim. Hangi okulda okudular? Birçoğu dilci, şair, tabip, fakih ve hikmet erbabı idi.
Bizim örfümüzü ihya için diyorum ki ben her mümin içindeki sanatkârı keşfedip yeteneği doğrultusunda zevki selimini geliştirsin artık. Ve yine her mümin içindeki mütefekkiri bularak bedii tefekkürünü yoğunlaştırsın. Şiirler okuyarak bizi tedavi eden tabiplere, türküler söyleyerek fetvalar üreten fakihlere kavuştuğumuz gün sanki daha insani olanı yakalamış olacağız gibi geliyor bana, siz ne dersiniz?”
Yeni düş kırıklıkları yaşamamak ve havanda su dövmemek için bu örfün ihyası gerekir.
Tasfiye Dergisi, Nisan 2011 Sayı: 30, Sayfa: 17-22
[1] İçinde yaşadığı dünyaya aktif ve sofistike bir karşılık vermek için İslâm’ı yeniden yorumlayarak hem medeniyet canavarı ile hem de olgun şıracı hurafecilerle hesaplaşmayı önceleyen Mehmet Akif hakkında yapılmış monografi çalışmaları içinde Metin Önal Mengüşoğlu’nun kaleme aldığı Müstesnâ Şair(2007) kitabının farklı bir yeri vardır. Sezai Karakoç dâhil olmak üzere İslamcı yazarların dahi belirsizleştirmeye çalıştığı Akif’teki öze dönüş düşüncesi bu eserde bütün boyutlarıyla ortaya konmuştur. Öte yandan bu eser Kur’an’ı anlama, asrın idraki, içtihat, taklit, akletme, sa’y, çaba özellikle de tasavvuf vs. pek çok konuda Akif’i yorumlarken gerek İsmail Kara’nın Din ile Modernleşme Arasında(2003) gerekse Dücane Cündioğlu’nun Âkif’e Dâir(2005) kitaplarında gündeme gelen yeni gelenekçilik kaynaklı dudak bükmelerin ne kadar yersiz olduğunu da gür bir seda ile belirginleştirir. İsmail Kara ve çevresindekilerin ısrarla Gölgeler’deki birkaç şiirden hareketle sufimeşrep bir Âkif algısı oluşturmaya çalışmalarına karşın Mengüşoğlu Âkif’in hayatının bütününü ve reddetmediği eleştirel bakışına dikkat kesilir.
[2] Vahiy ve Sanat kitabı Türkçe kültür dünyasında bir kırılmayı işaret eden önemli bir eser olmasından dolayı görünmez kılınır. Örneğin, Turan Koç’un gerek eserin hazırlanma sürecinde ilk parçlarının sunulmuş olduğu Fecr Kuran Sempozyumunda gerekse sonraki süreçlerinden haberdar olduğu bu eseri ısrarla görmezden geldiği özellikle dikkat çekmektedir. Koç, hem İslâm Estetiği(2008) adlı eserinde hem de Türkiye Diyanet Vakfı’nın yayımlamış olduğu İslam Ansiklopedisi’nin “sanat” maddesinde bu eseri görmezden gelmiştir. Her türden hurafecilerin ve milliyetçi muhafazakârların konuyla ilgili “abidik gubidik” eserleri dikkate alınırken bu eserin dikkate alınmayışının sebepleri arasında kanaatimce yazarının ehli rey anlayışı doğrultusunda düşünmeyi öncelemiş olması ilk sırada gelir.
[3]Şiirlerinin de bu etkiyi yansıtan yönüyle ayrıca üzerinde durulması gerekliliği olduğunu belirtelim. Düzyazılar üzerinden yol alındığı bu yazıda şiirler üzerinden bir okuma yapılmayacaktır.
[4] Metin Önal Mengüşoğlu’nun konuşmalarında sıkça duyduğum Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya” dizelerinin de bu çerçevede düşünülmesi gerekir.
[5]İsmail Kara’nın sözkonusu uzun makalesi hakkında Beşir Ayvazoğlu’nun Zaman’da yazmış olduğu ve İsmail Kara’nın eleştirilerini sahiplendiği “Şerh edemem Hâlimi Cânânıma” başlıklı yazısı tanıtıcı bir değini olmanın ötesine geçmez.