Ya 'hangi Orhan' derlerse..?
Orhan Tepebaş: Bir şiirimin beni tanımayan biri tarafından bir öğrenci evinin duvarına yazılmış olduğunu görünce şiirin şifahî bir yönünün de olduğunu fark ettim.
20 Ağustos 2010
Kadim Kapı’sı Okur Kitaplığı’ndan çıkarak okurun beğenisine sunulmuştu Orhan Tepebaş’ın. Giresunlu şair, yazar ve eğitimci Orhan Tepebaş’la şiir ve Kadim Kapı hakkında konuştuk.
Kendi şiir serüveninden bahseder misin biraz? Nerde, ne zaman başladın yazmaya? İlk yazı, ilk şiir?
İlk yazılarım Nev-Bahar’da yayımlandı. Okumayı öğrendiğimden beri sadece kitaplara değil, tüm yazı gereçlerine de derin bir ilgi duydum. Okuma eylemi bir zaman sonra yargılamayı da beraberinde getiriyor; söyleyecek, silecek, ekleyecek sözleriniz birikiyor ve bu yazmayı bir anlamda zorunlu kılıyor. Nev-Bahar bu anlamda benim ilk evimdir. Acemiliklere doyulmadan sağlam metinler de çıkmıyor ne yazık ki. Sonra Tütün dergisi ile olan ünsiyetim. Tabii Kırağı ekibinin de kendime güven duymam ve yola devam etme azmimde çok emekleri, destekleri olmuştur. Sonra Mustafa Kutlu Hocamın teşvikleriyle Dergâh dergisindeki şiirlerle bu günlere geldim. Üniversite yıllarıma kadar yazdıklarımı günışığına çıkarmadım. Karadeniz’e çok şiir bıraktım.
Kadim Kapı, 40’ından sonra şiirlerinin hayat bulduğu kitabın adı. Neden “kadim kapı”?
‘Kadim’ sözcüğü, evrende insan olma durumunu açıklarken anmadan geçemeyeceğimiz bir sözcük… Kadim eski değil, eskimeyendir. Tıpkı geleneğin eski değil, daha çok temel ile ilişkili olması gibi. Tekrarlanan insanî durumlar kadim zamanlarda da vardı. Sadece duyarlılık ve mekân farklı idi. Benim şiirim bu yüzden mekâna değil, insan olma durumuna giden bir şiirdir.
Kendi adıma yeni kapılar aramadım. Kadim bir kapımız hep vardı; sadece eşiğine basmamaya dikkat ederek önünde durdum. Kendimi yeni deneyimlere, biçim arayışlarına muhtaç görmedim. Sadece duyarlılığımla hayatın içindeydim.
Yoğun olarak yaşanmışlık göze çarpıyor şiirlerinde. Yaşama ve yazma arasındaki çizgiyi nasıl kuruyorsun ya da kolluyorsun?
Bu duyguyu vermiş olmaktan gerçekten mutluyum. Yaşamadığım bir duyguyu veya iç yaşantıyı yazmadım. Sanırım yazamazdım da. Mihrapta solgun güller görünce yazmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Şiir, hayatın gümbür gümbür ortasında. Bir bebeğin ilk ‘baba’ deyişi, vefat etmiş bir babanın kalemi, günlükler arasından çıkan bir gül yaprağı… Bunlar hayatın imgeleri. Hayat bir çok yanıyla acıtıyor insanı. Cami avlusunda çalışmak için seçilmeyi bekleyen işçinin bakışları, bunlar sonsuzluğa kalsın istiyorum. Bu anların oluşması için çok anlar geçti ve bu an yazılmazsa bir şeyler kaybedeceğimizi hissediyorum. Mahremiyet ve o anın onuruna yakışan bir eda ile bu mümkün olur. Ahmet Şimşek’in ifadesiyle, “Şiir, âşık sözcüklerle yazılır”; aşk yoksa ne söz var, ne de şiir…
Şiir, dünyanın ya da bireyin acısını azaltır mı? Ya da neden yazıyorsun diye bu faslı daraltsak?
Öyle ‘yazmasaydım çıldıracaktım’ gibi iddialı sözler söylemeyeceğim ama bir şiirimin beni tanımayan biri tarafından bir öğrenci evinin duvarına yazılmış olduğunu görünce şiirin şifahî bir yönünün de olduğunu fark ettim. Birçok insan, içindeki duyguları, o duyguya en yakın halde ifade etmekten yoksundur. Ya da imgeleştiremez. Şairler bir yanıyla yara da sarabilmeliler. Sezai Karakoç şiirleri şifahî şiirlerdir. O yüzden pek çok şairlerden çok daha anlamlıdırlar. Neden yazıyorum? Hayata bir katkım olsun, şiirimi okuyan kendini fark edip duygularını araştırsın, masumiyette dirensin istiyorum. Biliyorum çok şey istiyorum ama istememek istemezdim.
Aradığın ve “işte bu” dediğin cümleyi ya da kelimeyi buldun mu?
Kadim Kapı. Bakalım bizi içeri alacaklar mı? Ya “hangi Orhan?” derlerse… Dağlarda düz odun kalmış mıdır ki..?
Bundan sonrası için ajandanın “yapılacak işler” bölümünde neler var?
Her zaman büyük bir şiir yarımdır. Artık ümmî bir bilgelikle oturmak kalmak istiyorum. Karıncaların yuvalarına yaprak götürüşünü, parmak kadar çocuğun koca adamı birkaç sözcükle idare edişini ve Karadeniz’in her halini yeniden görmek istiyorum. Bir elimde dolmakalem bir elimde sigara, yazmak ve sonra susmak istiyorum. Bazen kendime karşı sakin olmak istiyorum. Bazen henüz dile getiremediğim için sonsuzluğa karışan duygu aralıklarını arıyorum. Hepimiz toplanıp bana ‘şair’ dediniz; oysa Mevlânâ, “Ey dil ile söylenen söz, senden ne zaman kurtulacağım” demişti. Hayatın yaraları kapanınca şairin defteri kapansın istiyorum. Tabii bir başka yaralı o defteri açıncaya kadar.
Yaşar Elmas sordu
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=4325