Yalnız basılı kitap okumak yetmiyormuş, öğrendim
Metin Önal Mengüşoğlu ile çocukluğunu ve yazarlık serüvenini konuştuk…
22 Mart 2012 Perşembe
Söyleşi: Nurettin Durman
Metin Önal Mengüşoğlu camiamızın yakından tanıdığı, bildiği hamiyetli, gayretli, velut bir Müslüman şair, yazar. İslamî hassasiyeti olgunluk zamanını kuşatıyor şimdilerde. Fikri yoğunluk alanı vahiy ve vahyin hikmetleri üzerinde çalışmalarıyla gün yüzüne çıkarıyor fikrinin ince dokunmuş hâsılasını. Bunu özellikle edebiyat eksenli çalışmaları ile ortaya koymasını çok önemli buluyorum.Vahiy ve Sanat adlı kitabı olsun, Aylık Dergi’den, hatta daha öncesinden Gâvur Kayırıcılar adlı hikâye kitabı olsun, baktığı tarafı başından beri açık bir şekilde ifşa ediyor. Yani saklamıyor kendini. Aziz dostum Metin Önal Mengüşoğlu ile yakın dost muhabbeti çerçevesinde bir söyleşi gerçekleştirmiş olduk. Ben Asyalı Bir Ozan kitabı önemli bir kıvılcımdı. Sağ ol şair. Endülüs bir imtihandır zaten biliyorsun…
Çocukluk döneminizi anlatır mısınız?
Olağanüstü sevgi ve ilgiler arasında büyüdüm ben. Kucaktan kucağa bir lastik top gibi atıp tutarlarmış beni. Annem, teyzelerim, amcamın kızları, dayılarım, Ermeni ev sahibemiz, konu komşu v.b. O tarihlerde çevremizde memur ailesi o kadar az ki. Herkes yoksul ve perişan. Her evde en az üç beş çocuk var. Ayrıca fukara insanların çocuklarını sevindirmek için imkânları müsait değil. Böyle bir durumda ben ister istemez bir kast yukarıdayım çevremdeki çocuklardan.
Kışları Elaziz’de, yazları ise Harput’taki bağımızda geçiriyorum. Bağda da benden büyük iki dayım, bekâr bir teyzem ve en önemlisi dedem ile anneannem var. Hepsinin gözdesiyim. Dayılarım Elaziz’de; biri tornacı, öbürü bakırcı kalfası olarak çalışıyor. Her gün iki saatlik yolu yaya gidip geliyorlar. Dedem ise haftanın bir kaç günü dağlardaki kuyularından kar çıkartıp merkep sırtında şehre satmaya götürüyor. O derin sel yatağına kurulu bağda bir de komşumuz Cınıvız Ali’nin ailesi var. Bunun dışında ağaçlar, kuşlar, sincaplar, tavşanlar, arada bir çıkıp görünen tilkiler, yılanlar ve akreplerle iç içe yaşıyoruz. Yalnız hemen korkmayın, benim anneannemin muazzam bir afsun nefesi vardır. Evimizin bütün yanı ve yöresini afsunlamıştır. Yılanlar ve akrepler bize dokunamazlar.
Komşumuzun meczup bir oğlu vardı. O tarihlerde yirmili yaşlarındaydı; sonradan vefat ettiğini işittiğimi bu meczubu çok severdim. Bir de çobanımız vardı. Elliye yakın koyun, kuzu, iki inek bir de merkebi doyurmak, gütmek kolay mı? On üç-on dört yaşlarındaki Dersimli çobanımız Mamo ise bağdaki tek ve gerçek arkadaşımdı. Bazen sürüyü önümüze katarak onunla beraber yakın dağlara giderdik. Kenger sakızı kanatır, sütlügen ve keven otlarını düşman yerine koyar, sopalarımızı silah gibi kullanıp onlara savaş açardık. Akşam yemeğini ahırda yatacak olan Mamo’ya ayrıca verirlerdi; tek başına yerdi. Ben her seferinde zorlukla ailemden izin kopartır ve onunla birlikte yerdim yemeğimi; öyle seviyordum onu, o da beni seviyordu.
Çocukluğum bir yaşanmışlık hazinesidir
Bir seferinde biz dağda iken çekirge sürüsünün istilasına uğradık. Evvela çok korktuğumu hatırlıyorum. Ancak tecrübeli Mamo sopasını kapıp onlarla da savaşa başlayınca ben de aynısı yapıp korkumu yenmiştim.
Bağımızda her türlü meyve ve sebze yetişirdi. Ne var ki, bu, dağlar arasında kalmış serin iklimde sebzeler biraz geç olgunlaşırdı. En çok elma, armut, ceviz, üzüm, dut, kiraz, vişne vardı. Dutlar ağaçların altına dökülüp güneşte kuruduğunda onları toplamak lazımdı. İşte benim en çok kaytardığım iş, dut toplamaktı. Yere çömelip bir iki saat, bıkmadan usanmadan elinizdeki tahta küleklere kurumuş dut toplamak ölümcül bir zahmetti sanki. Dayılarım topladığım külek başına on kuruş verirlerdi; o zaman bir iki külek topladığımı hatırlıyorum. Güz mevsimi gelip ceviz ve bademler olgunlaştığında bulamaçlar kaynatılır, dut ve üzüm pestilleri yanında üzüm sucuğu, orcik (Ermenicedir) yapardık. Hele mermer soku taşında topladığımız kuru dutları dövüp dut unu yapardık ki onun tadı hiçbir yiyecekte yoktu. Bir de kuru dutu taze cevizle beraber döver, ceviz helvası yapardık. Bu da emsalsiz lezzette bir yiyecek idi.
Komşu bağlara anneannem ile misafirliklere giderdik. Komşu bağlar dediysem en yakını merkep sırtında en az bir saatlik mesafedeydi ve yığınla tepeyi aşmak, yığınla inişi arşınlamak gerekirdi. Yol boyunca ezberinden Kur’an ve ilahiler terennüm eden anneannemin terennümleri de benim şiire dönük ilgimi kamçılamış olabilir. Hülasası şudur ki çocukluğum benim için bir yaşanmışlık hazinesidir. Elimde bunca malzeme dururken, neyi anlatacağım diye kendimi zorlamama ne hacet. Ben de bir yazıcı olup çıktım işte.
“Anlaşılmayan bir dille”(!) türküler söylerdi
Kendimi bir hayli erken yaşlarımda şiiri-türküyü severken yakaladığımı hatırlıyor veya şimdi durup düşündüğümde, bu ikiz kardeşlerin, niyeyse benim kalbim üzerinde, onlarla her karşılaşmamda ağrısı artan, merhem tutmaz bir çıban göğerttiğini hissediyorum. Çıbanın ağrısını artıran, bunu bana her vesileyle hissettiren ise her seferinde işittiğim Harput ağzı bir türkü yahut ezgi ve de okuduğumda ruhumu kanatlandıran şiirlerdi. Bu niye böyle oldu; içimde bu çıbanın oluşmasına zemin hazırlayan bir eksiklik, marazi bir durum mu vardı bilemem. Bazen içimdeki çıban rüyalarımda ağrırdı. Daha doğrusu uykusuz gecelerimin hülyalarında ağrırdı. O zaman sıcak yataktan kalkmaya erinir, türkü yahut şiiri kendim söylemeye yeltenerek acımı azaltmaya kalkışırdım.
Nasıl, nerede, ne zaman hülyalar yaşamaya başladım diye düşününce, babamın Diyarbekir’de görev yaptığı, benim ilk mektebe adım attığım yıllara kadar uzanıyor bu macera. Sınıfımızda ev sahibimizin on üç yaşındaki oğluİbrahim vardı. Türkçe konuşamadığı için her akşam ders bittiğinde kadın öğretmen onun kafasında üç beş sopa kırar, öyle bizi eve gönderirdi. Sopayı yerken İbrahim bana kaş göz işareti yapar ve sanki “bekle, sopayı yedikten sonra seni ben eve götüreceğim” derdi. Ben de beklerdim. Sonra o sanki hiçbir şey olmamış gibi “anlaşılmayan bir dille”(!) türküler söylerdi. O türkülerden hatırımda “lo lo lo” gibi ifadeler kalmıştır. İşte hülyalarımı başlatan, geceleri yatağımın içerisinde beni terennümlere sürükleyen sebeplerden birisi de budur. Ne var ki “bu terennümleri ne zaman yazıya dökmeye başladın” denirse, o zaman Malatya’da orta mektebe başladığım ilk sene, zaten kendimi Türkçe kitaplarındaki şiirleri son derece düzgün okuyan birisi olarak bulmuştum. Ve artık çizgisiz kâğıtlardan mürekkep bir defterim vardı; gecenin hülyaları orada şiire ve kalbimdeki nihai ilginin kaydığı kimseler adına hiçbir zaman gönderilmeyecek olan şiirsel mektuplara dönüşmeye başlamıştı.
O gün bugündür yazıp durmaktayım
Kalbime bahsi geçen meşguliyetin tohumu, aralarında ilk göz ağrısı olarak doğup büyüdüğüm Harputlu ailemin bilhassa bana yönelik aşırı ilgi ve sevgisi ile atılmıştır sanıyorum. Doğduğum evHaço adlı bir Ermeni’ye aitmiş. Babam Elaziz istasyonunda tren şefidir. İki katlı evin yüksek duvarlarla çevrili bir bahçesi, içerisinde de kocaman, meşhur Ulukala cinsi bir dut ağacı varmış. Aynı cümle kapısından girilen bahçe içerisinde alt kat bize aitmiş. Ermeni aile ise yandan ahşap bir merdiven ile üstteki kendi katlarına çıkarlarmış. Babam sürekli trenlerle yolda olduğundan evin ihtiyaçlarını bakkaldan, pazardan annem karşılarmış. Dışarı çıktığında bir bebek olan beni ise ev sahibemiz Ermeni hanıma emanet edermiş. Biraz da o hanımın çorbaları ve fakat en önemlisi okuduğu Harput ağzı Ermenice türkü ve ninnilerle büyümüşüm. Ben Ermenice bilmem. Ne var ki Harputlunun mahalli lisanında bolca Ermenice kelime ve ek vardır. Günün birinde radyoda Amerikalı bir kadın, bilmediğim dilde bir takım şarkılar söylüyordu. Hani içimde bir çıban var demiştim ya, kadının sesi o çıbanı faaliyete geçirmişti. Sebebini kendimi zorlayarak anlamaya çalıştığımda karşıma Ermeni kökenli Amerikalı şarkıcı Cher çıkmıştı. Acaba ev sahibemiz kadının terennümlerini mi hatırlamıştım; bunu bilmem yalnız ben yazmayayım da kimler yazsındı? O gün bu gündür yazıp durmaktayım.
Sizi yazmaya veya okumaya teşvik edenler oldu mu?
Biz Malatya’da iken Elaziz’de kalan, kendisi de bir demiryolcu olan amcamın benden iki yaş büyük oğluHalil Hâzık ağabeyim vardı. Birlikte büyüdüğümüz için ona hep ağabey derdim. İkimizin de ilgileri aynı istikamette yani okur-yazarlıktaydı. Yaz aylarında yine beraber oluyorduk. Harput’taki bağ ile birlikte bazen onlarda da kalıyordum. Arada bir de bizim bağda buluşuyorduk. Birbirimizi öyle çok seviyorduk ki içtiğimiz su ayrı gitmiyordu. Geceleri hem bağda hem de Elaziz’de damlarda yatılırdı. İkimizin dam sefası ömre bedel bir haz dünyasıydı adeta. Maniler uydurarak birbirimizle atışıyorduk. Akşamüzeri kırlangıçları, gecenin derin karanlığında da yıldızları seyre dalarak hülyalar kuruyorduk. Ayrılınca da ona mektuplar yazıyordum. Mektuplarımı çok seviyordu ve bunların şiirselliğine dikkat çekiyordu.
Artık mecmualar okumaya da başlamıştık. Önce Yeni İstiklal’i, ardından Büyük Doğu’yu keşfettik birlikte. Buralarda mektuplarımı, şiirlerimi yayımlayabileceğimi söylüyordu bana. Aslında kendisi de yazıyordu ama nedense yayınlama düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Yeni İstiklal’e bir şiir gönderdim, adı “Unutmak” idi. Sanat sayfasında yayımlandı ama altında bir not vardı: “şiirini beğendik, yayımlıyoruz ama Necip Fazıl’ın etkisinden kurtul.” Notu yazan Mehmet Yasin imzalı zatın sonradan Sezai Karakoç olduğunu öğrenmiştim. Necip Fazıl nerden çıktı diyeceksiniz. İster inanın ister inanmayın, Büyük Doğu’nun elime aldığım ilk nüshasından hemen sonra bir Necip Fazıl hayranı ve tilmizi olmuştum çoktan. Çünkü en azından kavgacı bir Müslümanlığın davasını güdüyordu. O benim nazarımda bir devrimciydi o tarihlerde. Ben de devrimciydim tek kelimeyle.
Kur’an hocası bana şiir okutur ağlardı
Bir de Malatya’da Sıtmapınarı Camii’nde, kendisinden Kur’an okumayı öğrenmeğe gittiğim, adıAbdulkadir olan bir hocam vardı. Çok güzel Kur’an okuduğu söylenirdi; hafızdı ve babamın iyi ahbabıydı. Bana Kur’an öğreteceği yerde, Yeni İstiklal mecmuası aldırtır, oradaki şiir ve yazıları bana okutur, ağlardı. Demek ki diyorum ben o yazı ve şiirleri iyi, dokunaklı okuyormuşum ki hocam bundan etkileniyordu. Nitekim ortaokul sıralarında ilerledikçe artık herkes teslim etmişti ki ben divan şiirinin, hocaların bile telaffuzunda zorlandığı metinlerini, rahatlıkla düzgün ve etkili biçimde okuyordum. Bunun sebebi ise ağabeyim ile benim Osmanlıcaya merak salmamızdı. Esirsiz üstünsüz Osmanlı Türkçesi metinleri, şiirleri de okuyorduk artık su gibi. “O metinleri nereden buluyordunuz” derseniz, hem babam hem de amcam Cumhuriyet öncesi ilk mektep şahadetnamesine sahiptiler. Yani her iki yazıyı da okuyup yazıyorlardı. Evlerimizde Osmanlıca yığınla eser vardı. Ayrıca babamın ilk gençliğinde el yazısıyla kaleme aldığı şiirleri ihtiva eden minik bir defteri de kitaplar arasında bulmuş okumuştum.
Beni teşvik eden oldu mu bilmiyorum. Şunu söyleyebilirim, ben M. Said Çekmegil ve Necip Fazıl’ı yazma maceram başladıktan sonra tanıdım.
İlk okuduğunuz kitap, şiir, hikâye veya yazı, dergi, gazete?
Elaziz’deki amcamların üç kızı vardı, ablalarım, hepsi de benden ve ağabeyimden çok büyüktüler. Amcam onları çok serbest yetiştirmişti. O tarihlere göre neredeyse sosyete sayılacak bir hayatları vardı. Hayat Mecmuası ve benzeri magazinleri takip ediyorlardı. Onlara gittiğimde bu mecmualardaki resimli tefrikaları yutarcasına okur, bundan zevk alırdım. Sonra ağabeyimle birlikteTeksas, Tommiks gibi haftalık resimli çocuk dergilerini izlemeye başladık. Kısa sürede neredeyse onlara benzer ne varsa hepsini evet su gibi okuyup bitirmiştik ben ve ağabeyim. Oradan, biraz da belki Hayat Mecmuası’nın verdiği ilhamla Mayk Hammer, Şerlok Holmesgibi akıcı macera romanlarını da denedik. Ancak bu çok uzun sürmedi, çabuk doymuştuk.
Sanırım işte tam o tarihlerde Yeni İstiklal mecmuasını keşfetmiştim. Kur’an hocamdan daha önce bu mecmuayı oturduğumuz semtteki bir terzi dükkânının vitrinine asılı görür dururdum. Her hafta mecmuanın yeni sayısını yapraklarını açarak vitrine asıyorlardı. Ben de vitrinin önünde durur, görünen sayfaları okurdum. Bir gün tam beleş okuma cürmü üzerindeyken terzihaneden camı tıklatıp beni içeriye çağırdılar. Çok utanmıştım ama çaresiz girdim içeriye. Babamı hemen tanıdılar. Bana bir mecmua verdiler. Almak istemedim çünkü param yoktu. Lakin ısrarla hediye ettiler. Hatırladığım kadarıyla ortaokulda da değil, ilk mektep son sınıfındaydım. Çünkü ben son sınıfı Malatya’da okudum.
İlk okuduğum kitap, eğer zikrettiğim popüler veya magazinel metinleri saymazsak, evimizde babamın ilk gençliğinden kalma minik kütüphanesindeki kitaplar arasında bulduğum Genç Werther’in Acıları veya Graziella, bunlardan birisi olsa gerek. Şiirleri daha ziyade mecmualardan izliyordum. Necip Fazıl Büyük Doğu’da şiirlerini de yayımlıyordu, onları hayranlıkla okuyordum. Bunun dışında yakın arkadaşlarım Ümit Yaşar okuyor ve ondan hoşlanıyorken ben Ziya Osman, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip ve Ahmet Hamdi okuyucusuydum. Kitapları yoktu elimde ama gerek ders kitaplarından gerekse periyodik yayınlardaki örneklerinden daha ziyade bu şairleri severek arıyor, buluyor ve okuyordum. Şiir defterlerimiz vardı o zaman. Beğendiğimiz şiirleri yazıyor, birbirimize gösteriyor ve paslaşıyorduk. Divan şiiri örnekleri de vardı arada. Yahya Kemal, Ahmet Haşim veFaruk Nafiz de merak ettiğim imzalar idi. Salt edebiyat mecmuası yoktu o zaman bizim canipte.Varlık dergisini biliyor, arada bir de okuyordum ama o Kemalist espriyle hiçbir vakit dost olamamıştım. Daha sonraki yıllarda ise Diriliş mecmuası imdadımıza yetişecekti.
İlk yazdığınız yazı - şiir – hikâye - roman yayınlandığında ne hissettiniz?
İlk şiirim yayınlandığında o uykusuz gecelerimde, yorganımın altındaki uçucu hülyalarımın artık gerçekleştiğine, gerçekleşeceğine kendim de inanmaya başlamıştım. Lakin bu, çok erken bir yaştı ve galiba beni biraz şımartmıştı. Şimdi düşünüyorum da o günkü şımarıklığım bir ömür benimle birlikte yaşamış gibi geliyor bana. Ha, bunu dışa vurmuyorum belki lakin içimde o şımarıklığın her vesileyle kabardığını gözlüyor ve bazen kendimden utanıyorum. Lise sıralarına vardığımda artık Malatya’dan merkeze; İstanbul, Ankara, Konya’ya ve orada yayımlanan mecmualara ürünler göndermeye başladım. Hepsi de yayınlanıyor ve benden yeni ürünler bekliyorlardı. Bunlar arasındaTürk Yurdu, Fikir Ve Sanatta Hareket, İslâm Medeniyeti gibi mecmualar da vardı. Başka bir husus; yine lise yıllarında okul dergisi benim yazı ve şiirlerimi Müslüman kimliğimden ötürü yayınlamayınca, iki arkadaşımla birlikte bizzat kendimin bir dergi çıkarma deneyimi oldu. Adı da Necip Fazıl özentisiyle Çile idi. Daha önce de zaten Malatya’da bir başka arkadaşımın yayınladığıDal adlı bir derginin yazarları arasındaydım.
Bir ilk yazı, şiir, hikâye veya roman yayımlandığında insan dünyaların tamamı kendisininmiş gibi acayip hislere kapılıyor. Bana da öyle oldu. Kendi içime dönüyor, kendime yalnızlık ortamları yaratıyor ve orada gizli sevinçlerimi yine tek başına kendimle paylaşıyordum. Arkadaşlarımdan yahut yakınlarımdan birisi tarafından bu başarım görüldüğünde ise, sanki hiçbir şey olmamış, sıradan, her günkü bir işi yapmış gibi bir görüntü yansıtmaya çalışıyordum. Ancak o an işte tam o anlarda içim ile dışım aynı değildi, ne yalan söyleyeyim. Çünkü müthiş, muazzam, emsalsiz bir sevinç içerimde bombalar patlatıyordu. Ne var ki dışarıya bunu yansıtmaktan utanıyor muydum yoksa bir iki yüzlülük müydü bu; varın siz düşünün.
İlk kitabım Gavur Kayırıcılar 1973 yılında, arkadaşlarım Hayati Yazıcı, Ahmet Şişman,Aziz Torun ve Süleyman Akdemir ile ortaklaşa kurduğumuz Kelime Dergisi Yayınları arasında çıkmıştı. Onun da çok hazin bir hikâyesi vardır. O zamanki Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda bir dükkân kiraladık. Tam da benim evlenme merasimime denk gelmişti. Evlenip döneceğim ve kitapçılıkla maişetimi temin edeceğim, böyle düşünmüştük. Daha doğrusu hepsi benden zengin olan bu arkadaşlarım, “şeyhimiz” dedikleri bana, küçük ama benim nazarımda çok büyük sermaye katkılarıyla bir iş alanı açıyorlardı. Olmadı, bu çarşının yobazları bir sebep bularak bizi işhanı sahibi Mesut Yılmaz’ın babası olan zata “komünist” diye gammazlamışlar. Ayrıca dükkânın maliyeye müracaatı da yokmuş; bu sefer beş bin bastırdığımız kitabımın büyük bir kısmına malî polis el koydu ve yed’i emin olarak da eldeki kitaplarıDüşünce Dergisi’ne emanet etti. Gerçi Düşünce Dergisi’ndeki dostlar, kitapları balkonlarında bir brandanın altına koymuşlardı. Bir kısmını yağmur telef ederken, bir kısmını da biz brandanın altından çalarak dağıtma imkânı bulmuştuk. İşte size acıklı bir ilk kitap macerası…
Neler yaptınız yazar olmak için?
Bütün tahsil hayatım boyunca etraftaki en kötü, en tembel talebe bendim. Orta ve liseyi toplam on bir, fakülteyi ise dokuz senede bitirebildim. Ailem zorlamasa bunu da yapmayacaktım. Müzmin bir tembeldim anlayacağınız. Sadece ve sadece kitap ve mecmua okuyor, bir de okuduklarımın mütalaasını yapabilecek insanlarla sabahlara kadar düşünüyor, konuşuyor, tartışıyordum. Hayatım bunlardan ibaretti. Bütün iyi filmleri izlemeye çalışıyordum. Şehrimizdeki kitapçıları her gün en az bir kere ziyaret ediyor, yeni çıkan kitaplar, mecmualar arıyordum. Şehre arada bir uğrayan tiyatro gösterilerinin müdavimi olmaya çalışıyordum. “Çalışıyordum” diyorum zira bu işler biraz da bütçe ile ilgiliydi ve benim maalesef bir bütçem yoktu. Çünkü artık tam yedi kardeştik ve zavallı babamın tek bir maaşına bakıyorduk.
Ayda yılda bir şehirde tertiplenen konferansları hiç kaçırmıyordum; hatta siyasi parti kongrelerinin bile meraklısıydım. Mesela Türkiye İşçi Partisi şehrimizde bir kongre yapmıştı. Çetin Altan,Behice Boran, Mehmet Ali Aybar konuşmacı olarak katılmışlardı. Sonuna kadar onları dinledim. Hülasa ben de bu işlerle uğraşmalıydım. Benim de böylesine soylu bir davam olmalıydı; böyle düşünüyor, kendi adıma böyle bir geleceği özlüyordum.
Peki, bunu nasıl yapacaktım? Bir siyasi partiye yahut derneğe katılarak mı? Sokak hareketlerine dâhil olarak mı? Hayır! Ben yazmalıydım, bu işi yazarak yapacaktım. O tarihlerde (gerçi hala öyle zannedenler var) düşünmenin adı “siyaset yapmak” idi. Siyaset yapmak için insanların illa bir siyasi partiye girmesi beklenirdi. Bunun dışındaki kimseler siyaset yapmamalıydı. Hele şairler, edipler, sanatkârlar ve de talebeler siyaset yapamazdı. Türkiye’nin resmi dini, anlayışı, telakkisi böyle saçma sapan bir laiklik üzerine bina edilmişti. Ben ise inadına, siyaset yapmak maksadıyla yazmalıydım. Yazar olmalıydım. Şiirle, hikâye ve romanla, deneme ve mektuplarla tersinden bir siyaset yaparak bu hürriyet düşmanı, halk düşmanı zihniyetle mücadele etmeliydim. İlk mektep sevdaları, ilk göz ağrıları artık siyaset yapmak uğruna unutulmuş ve böyle bir kanala doğru yönelim kazanmıştı. Şimdi artık çalışarak, bir alt yapı oluşturtarak, söylediklerimi belgeleyebilecek bir donanıma sahip olarak çıkacaktım büyük insanlık kitlesinin karşısına.
Allah’ın rızasına uygun bir yazar olmaktı arzum
Neler yaptım yazar olmak için? Evvela yorgan altı hülyalarıyla bir şeyleri çözemeyeceğimi anladım. Mağaramdan çıkmam lazım geldiğini öğrendim. İnsanların arasına karışmalıydım. Ne varsa orada vardı. Yalnızca basılı kitapları okumanın bir süre sonra derin, yetkin, ağırlıklı analizler için kâfi gelmeyeceğini gördüm. Kâinat kitabını, en önemlisi de doğrudan yeryüzündeki insan malzemesini de okumam gerektiğini kavradım. En çok da kendimi tanımalı, fıtratımın, vicdanımın, kalbimin sesini her an işitebileceğim bir konumda kalabilmek için onların üzerini herhangi bir kibir, vesvese, vehim, heves, arzu ve hevâ ile örtmemeliydim. Artık Safahat okuyordum. Üstat Akif, “sanatın onda dokuzu ter, onda biri ilhamdır” diyordu; rehberimi bulmuştum, terlemeliydim.
Bu çabalar esnasında yığınla aforizma, düşünceme karşı ihtiyat tedbirleri, iftiralar, soğuk bakışlar, uzaklaştırmalar, görmezden gelmeler beni bekliyordu. Onlara göğüs germeliydim; bir ölçüde bunu başardığımı düşünüyorum. Belki her yazar için benzer sıkıntılar söz konusu değildir. Ancak Allah’a karşı mes’uliyet şuuru taşıyanların böyle bir endişesi hep var olmalıdır. Ben bu endişeyi hep kalbimde taşıdım. Yazar olmak değildi çünkü tek başına benim arzum; Allah’ın rızasına uygun bir yazar olmaktı. Şair ve hikâyeci kimliğimin üzerinde de aynı kaygılar görülür, doğru açıdan bakılırsa.
http://www.dunyabizim.com/manset/9187/yalniz-basili-kitap-okumak-yetmiyormus-ogrendim.html