Yazıyorum, o halde varım!
Salik Yola Düşünce'nin yazarının müstearı "Yılmaz Yılmaz" değil; ismi böyle. Kendisiyle söyleştik..
10 Nisan 2010 Cumartesi 09:37
Öncelikle Yılmaz Yılmaz kimdir? Neler yapar, nerededir ve nasıl yaşar, vaktini nasıl geçirir biraz anlatır mısın?
Ben Ceyhan’da doğmuşum. Ceyhan, benim çocukluğumun Ceyhan’ı yani, bir şenlik yeri gibiydi. İtfaiye arabalarının günde birkaç kez sokakları suladığı, at arabalarının şıngırtısının eksik olmadığı, ırmak kenarında bir çubuğun ucuna ip bağlayarak bile balığın tutulacak denli bol olduğu, film duyurularının at arabalarının ya da pikapların üstüne bindirilmiş panlarla yapıldığı, plastikten oyuncağı kim bulmuş diyerek çamurdan evlerin/arabaların yapıldığı, yazın terin tabandan çıktığı, kışın yağmurun eksik olmadığı bolluk ve bereketin yurdu idi. Şimdi öyle mi? Değil yazık ki… Ben bile kendimi yabancı hissediyorum artık Ceyhan’a. Bir test sorusunda c seçeneği yerine Ceyhan demek kadar yabancıyım şimdi.
Bu sıcaklar memleketinden çıkıp soğuklara tutunduğumuz yıllar 99’da başlar. Kırşehir’de fakülte yılları, Çorum’da dört yıl görev ardından Yozgat ve ardından Çekerek. Bir yılı doldurdum bu küçük ilçede. İlçeye ilk geldiğimde –ki askerliği bitirip gelmiştim- hükümet binasından çıkıp çarşıya doğru yürürken bir anonsla şaşırdım: Hal içerisine taze hamsi gelmiştir. Duyurulur! Belediyenin bu anonsu çok sıcak gelmişti bana.
Sabah dokuz gibi dershaneye gidiyorum. Akşam yedi gibi eve dönüyorum. Yoğunluğun olmadığı saatlerde ya kitap okurum ya da dergilerimi karıştırırım.
Her iki isminin de Yılmaz olması bana ilginç geliyor. Sen bu duruma alışmışsındır muhakkak. Ama bazılarımız ismini müstear zannedebilir. O yüzden Yılmaz Yılmaz isminin bir hikâyesi var mı merak ediyoruz?
İlkokul yıllarından bu yana yakamı bırakmadı bu ikili. Yılmaz ve Yılmaz. Müstear değil orijinal… Nüfus memuruna kızgınlığın neticesi bir bakıma… Gerçi ben doğduğumda yeni değildi soyadı kanunu ama yine de memur kısmının “bu isim olmaz” dediği çoktu. Kaderde bu isim yazılmış, adımız gibi yaşarız inşallah. Yıkılmadım, ayaktayım.
Salik Yola Düşünce senin ilk kitabın. Kitabın yayınlanış serüveni nasıl oldu?
Kitaptaki öyküler –birkaçı hariç- zaten dergilerde yayınlanmıştı. Öyküler yayınlanacak yekûna ulaşmıştı. Gerçi bir öykülerin kitap olmasında temel ölçüt kitap olacak hacme ulaşması olamaz elbette. Bir dosya yaptım bu öyküleri; sayısız defa geri çevrildim. Hani insan öyküleri dergilerde yayınlanınca kendini matah bir şey zannediyor, hevesleniyor. Ya da ben öyle hissetmişim demek ki, diyorum. Öykü dosyamı geri çevirmeleri normal de niye çevirdikleri anormaldi.
Kader, kazâya tekaddüm edende kitap ortaya çıktı vesselam. Ünsal Ünlü yayınlarız dedi. Yayınlandı. Her aşamada desteğini gördüm, sağ olsun. Ömer Lekesiz’in fikirleri ışık oldu, öykülerin birçoğunun ilk okuru Ali Görkem Userin’dir mesela. Onun tavsiyeleri ile yüreklendirmesiyle adım attık bu işe.
Öyküde büyük bir iddiam yok, pişiyoruz. Diyeceksin ki; iddian yoksa madem niye yazıyorsun? Yazıyorum, o halde varım! Varlığımı yazarak bildirmektir elimden gelen. Varlığın sahibine, varlığı sunduğu için şükürler olsun.
Peki, öyküde karar kılmanın özel bir anlamı var mı?
Okuduğum isimler beni öyküye yönlendirdi. Yoksa bir Kemal Tahir yazmaya şiir ile başlamış ama romanda karar kılmış. Biz de bir densizlik edip şair olduğumuzu düşünmüştür. Hani, Türkiyeli olmanın temel vasfı neredeyse şiir yazmak… Sen daha iyi bilirsin ama ortalık benim gibi çakma şairden geçilmiyor bugün.
İşte, ben ruhumun öyküde karar kılmasına ses etmedim. Muti oldum yani. Okuduğum isimler demiştim: Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde’si beni çarptı, Rasim Özdenören’in Çarpılmışlar’ı beni sarstı. Tüm bu çarpılma ve sarsılma hallerinden böylece öykü düştü bahtımıza. Himmetleri var olsun ustaların. Eserleri ekmek oldu, tuz oldu.
İlk kitap sende nasıl bir duygu oluşturdu. Bunun devamını getirmeyi düşünüyor musun?
Nasipse, kaderde yazılıysa kim engel olabilir! Şöyle bir algı var gibime geliyor: Dergilerde öykü yayınlıyor olabilirsin ama kitabın yok, dolayısıyla yazar sayılmazsın, sen o kategorinin adamı değilsin. Böyle bir çete ağzı var maalesef. Kitap çıkınca farklı bakıyor insanlar sana, kitaplı yazar olmak bir ayrıcalıkmış gibi hissettiriyorlar. Selamı sabahı olmayanlar, iki satır sözüne kıymet vermeyenler kitap çıkınca ciddiye alıyorlar seni.
Yazar kitaptan önceki ve sonraki hal diye ikiye ayrılmıyor ki, böyle bir tasnif yok ki!
Yazdığın öykülerle yaşadığın hayat arasında bir paralellik olduğu söylenebilir mi? Yoksa sadece gözlemlediğin hayatlardan bir kesit mi sunuyorsun bizlere?
Kısmen diyelim. Öykünün klasik tabiri vardır ya hani; yaşanmış ya da yaşanabilecek olayları ayrıntıya inmeden aktarır. Öykülerde benim özlemini duyduğum bir hayatın parçaları ya da yaka silktiğim bir durumun kılçığı vardır, birebir yaşadığım bir şeyi öykülemek yoluna gitmedim hiç. Bu söylediklerimden şu çıkmasın: Şair sözü yalan olduğu gibi öykücü sözü de yalanmış.
Kitaptaki ilk öykülerde genelde aile içi gerilime vurgu yapıyorsun. Biraz da baba oğul çekişmesi var. Bu anlamda aile içi gerilim ve baba oğul çekişmesinin sendeki karşılığı nedir?
Ben öğretmenim, mesleğim gereği hem veli ile hem öğrenci ile sıkça muhatap oluyorum. Velinin bin bir türlü beklenti ve isteği, öğrencinin bir o kadar delişmenliği ya da bıkkınlığı… İki taraf da birbirini anlamak istemiyor, dahası babaların anlamsız feryatları. Çocukları anlamamakta ısrar ediyorlar, onların yanında olacakları yerde karşılarında oluyorlar. “Bizim zamanımızda…” diye başlayınca sözün sonu gelmiyor. Çocuklarını kendilerine rakip olarak mı görüyorlar ne, böyle tuhaf bir durum var.
Öykülerimde buna yer vermeye çalıştım. Gördüğüm bazı durumlar vardı, onları taşıdım öyküye. Bütün ailelerde bu böyledir demiyorum tabi. Dediğin gibi Siste adlı öyküde o gerilim var, Sahipsiz Yaşamak’ta ise tam tersi bir baba var. Yani, iyi olan da var kötü olan da. Ben ikisini de sunmaya çalıştım.
Babasından nefret eden bir kahraman var kitapta. Buradaki nefret içinOedipus Kompleksi demek doğru olur mu?
İki cami arasında beynamaz kaldık!
Oedipus kompleksi biraz daha batılı korkuları, daha doğrusu karamsarlıkları havi bir sorun. Ahlaki bir erozyona uğradığımız aşikâr ama o komplekse girecek kadar da bozulmuş, yolunda sapmış değiliz. Ben böyle düşünüyorum.
Çocukluğunda babasından merhamet ve şefkat görmeyen, dahası bunu hissetmeyen bir ferdin büyüyüp baba olduğunda karşısına iki seçenek çıkıyor. Ya beğenmediği babası gibi olmak –biz böyle gördük mantığı- ya da babasının düştüğü hataya kendisi düşmeyecek.
Rasim Özdenören’in Çözülme öyküsünde de benzer bir durum vardır: Çocukken babasından şefkat görmeyen, azarlanmaya muhatap olan, babasının annesine sertliğine şahit olan öykü kişisi büyüdüğünde babasına karşı içinde sevgi kırıntısı duymamaktadır. Hasta yatağındaki adam onun için çok da önemli değildir. Özdenörenyetmişli yıllarda sıkı bir tespitle çözülmenin içerden başladığını, toplumu oluşturan aile kurumu bitiyorsa, çözülüyorsa toplum da çözülmeye yakındır, diyor.
Bir psikologun insana katacağı artı değer illaki vardır, ama psikologların çoğu da özünden habersiz… Bana başkasının düdüğünü çalarak –Freud mesela- yaklaşan adamdan beklentim olmaz açıkçası. Necip Fazıl ne güzel diyor: Güneşi paltosunun astarında kaybetmiş marka Müslümanları…
Evet, iyi bir edebi eser aynı zamanda iyi bir psikologdur, Çözülme öyküsü bu şekilde okunsun bir de!
Kitaptaki birçok öykü tasavvuf geleneğinden izler taşıyor. Oysa modern hayatta işler daha karmaşık olduğundan karmaşık öyküler daha bir tutuluyor nedense. Bu anlamda tasavvufi içeriğe yakın öyküler yazmanın nedeni nedir?
Mayamızdan. Biz içe dönük bir milletiz, kalbe verdiğimiz önem akıldan öndedir. Akılsız olmağa iltifat değildir bu; ama kalbi önceleyen bir kültürün tezahürüdür bu. Öz… Tasavvuf beş yüz yıl önce tekkelerde, dergâhlarda temsil ediliyordu; ama iş binada değildi yine. Kalpte idi. Tasavvuf, kalbin yönünü sahibine çevirmektir.
Bugün tekke-dergâh yok ama eskisinden daha mefluç bir kalp var. Dolayısıyla kalp yapan ustalara her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ben, öykülerimde bir bakıma o ustaların sesine yer vermeye çalıştım. Yaşadığımız yer bizim, gitmekle kalbi sağaltmak eskisi kadar mümkün değil; tahammül zamanı yani… Denize açılan kapımızı bulana değin tahammül…
'Bulduğunu sanmaktır aramak' adlı öykünde huzursuzluğumuzun Dede Efendi ile Bach arasında gidip gelmekten kaynaklandığını söylüyorsun. Gerçekten bu böyle midir, bunu biraz açar mısın?
Arafta kalmak da diyebiliriz buna, iki cami arasında beynamaz kalmak da. İşte biliyorsun, Tanzimat’tan bu yana yatağını bulamamış bir nehir gibiyiz. Ne Avrupalı olabildik ne biz kalabildik. Kuş dersen kuş değil deve dersen hiç değil.
Bir dönem yoğun bir şekilde Peyami Safa, Tarık Buğrave Kemal Tahir okumuştum. Onlar o enfes eserleri ile bu çıkmaz sokağı her haliyle ortaya koymuş. Kutlu, hemen her öyküsünde değişime –bu sancılı değişime- değiniyor. Rasim Özdenören’in Çözülme’si, Gül Yetiştiren Adam’ı farklı mı?
İki arada kalmışlığımız var ve bunu da aşamadığımız için bir türlü beklenen inşirahı bulamıyoruz hep inhitat… Mevlana’nın pergel metaforuna uzağız.
Biraz da öykü dışına çıkalım istersen. Öykü haricinde neler okursun mesela?
Aslında yanlış olduğunu bile bile son üç dört aydır çoğunlukla öykü kitapları ve öykü üstüne eleştiri kitapları okuyorum. Mesela Ömer Lekesiz’in kitapları her an elimin altında olur. Öykü dışındaki okumalarım genelde bir liste paralelinde ilerliyor. Yani, okunacak çok kitap var, ömür az. Hz. Süleyman’ın oğluna öğütü varmış: Ve dikkat et oğul, kitapların sonu yoktur! Her ay için kitaplığımdaki kitaplardan ve yeni çıkan kitaplardan müteşekkil bir liste hazırlarım. Bilmiyorum, belki yanlış bir yoldur tuttuğum ama öte türlü sadece öykü ya da sadece eleştiri kitapları okuyorum. Bu da beni rahatsız ediyor açıkçası. Bir de şunu gördüm: Sadece öykü okumak, dil ve anlatımda kısır döngüye düşürüyor beni. Öyküyü besleyen ana damarlar deneme, eleştiri, düşünce, tarih… Yani kol kola ilerliyor bunlar. Zeki Bulduk’un Züleyha’sını okurken Ömer Lekesiz’inAteşten Kelimeler’ine selam vermek icap ediyor. Rasim Özdenören’in Kafa Karıştıran Kelimeleri, Düşünsel Duruş ve illaki Ruhun Malzemeleri elimin altında olmazsa huysuzlanıyorum.
Sinemayla da aranın iyi olduğunu biliyoruz. En son neler izledin?
Bu aralar yeni filmleri çok izleyemedim, genelde eski filmleri izliyorum. Özellikle öykü uyarlaması filmleri izlemeye çalışıyorum, bir yazı çalışmasından ötürü. Bu bapta; Çok Sesli Bir Ölüm, Çözülme, Gramofon Avrat, Yatık Emine, Kızgın Toprak, Susuz Yaz filmlerini izledim. Metin Erksan’ın Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı filmlerin geç de olsa izledim. Kara Köpekler Havlarken, Kıskanmak, Uzak İhtimal, Sherlock Holmes son zamanlarda izlediğim filmlerden birkaçı. Yine Ali Görkem Userin’in tavsiyesi ile çağdaş efsaneler yazarı ve edebiyat ustası Cormac McCarthy’in romanından uyarlama bir distopya olan The Road filmini izledim. Son üç dört ay içinde böyle…
Son olarak Türk Edebiyatı'nda önemsediğin öykücüler kimler?
Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Ali Haydar Haksal, Hüseyin Su, Cemal Şakar, Sadık Yalsızuçanlar, Kamil Yeşil, Recep Şükrü Güngör, Ayfer Tunç, Nalân Barbarosoğlu, Cemil Kavukçu ilk elden aklıma gelen usta öykücüler…
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
Yavuz Altınışık konuştu
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=3308