Yokluk, hayal/rüya ve ses olarak öyküleme

Yokluk, hayal/rüya ve ses olarak öyküleme

Kamil Yıldız

 

“Bilmelisin ki kendin ve algılayıp hakkında ‘ben değilim’ dediğin her şey, bir hayaldir. Öyleyse bütün varlık hayal içinde hayaldir.”

                                                                                             

 İbnü’l Arabi, Fusûsu’l Hikem

 

I

 

“(Mutlak)Yokluk yoktur” önermesini inanmanın meselesi olarak kabul edip, bununla birlikte inanarak ‘göreli yokluk’un var olduğunu, o halde “varlık”ın yoklukla varolduğunu söyleyebilirim. Gölge, karanlık –bunlar yok’un kavranabilirliğinin işaretidir- varlığın bir yönü, giz’idir. Masal dilinin soyutla başa çıkışı[1], soyutluktaki belirsizlik ve boşluğu; dolayısıyla kuşkuyu tekerlemelerle, birbirini ortaya koyan sonra hiçleştiren ifadelerle, gösterir, gösterdiği için de aşar. Aşma, bir uyum olarak kolektifle bütünleşmeyle gerçekleşir ki bu da masalın kuşatıcı anonimliğidir. “Bir varmış, bir yokmuş/ Allah’ın deli kulları pek çokmuş/ Bizden daha delisi hiç yokmuş/ Çok demesi pek günahmış…/ Azdan çoktan/ Hoppala hoptan/ Sana bir mintan yaptırayım çerden çöpten/ İlikleri karpuz kabuğundan, düğümleri turptan” “Tosbağa arabasıyla yük taşıdığım sıralar idi… Dünyanın yeni kurulduğunda, benim on beş yaşımda delikanlılık çağımda…”[2] biçiminde temelde zaman ve varlık üstüne bu birbirini öteleyen, var kılan ve yok eden dile getirişleri yok’ta olan geçmiş ve yok’ta olan gelecekle; o halde bunların da bir çıkış yolu olarak şimdideki geçmiş, şimdideki gelecek ve şimdideki şimdi olarak düşünüldüğünü hatırlayalım.[3] Aynı biçimde “bir vardım, bir yoktum[4]”la meseleyi “ben”e getirelim; çünkü ben, tıpkı zaman’da olduğu gibi boşluğa/yok’a ben’ler bırakarak yürüyorum; sürekli bırakarak, şimdideki ben oluyorum. Sürekli akan “an”lar gibi, “ben”de şimdideki ben olarak pek belirsiz bir şekilde kavranabilirim, mekanım boşluk ve gölge. Eğer bir bütünlük sezebiliyorsam, bu varlığın yok’u barındırmasındandır. Çünkü yok, vardır. Belirsiz bir varlık olarak vardır ve (düz algının) varlığına ilişmiştir. Bu nedenle göreli bir yokluktur, ancak birbirini yadsıyan sözlerin üst gösterileni olarak kavranabilir. Bilme ve tanımayla aydınlanan bu gölgeli bölgenin sürekliliği, sürekli bir uyanıklıkla karşılık bulur, gerilime sebep olur. Yalnız sözünü ettiğim, Jung’un gölge tanımı değildir.[5] Ona göre kişiliğin daha düşük düzeydeki parçasıdır gölge ve gölgesi tarafından ele geçirilen insan daima kendi ışığını keser, kendini tuzağa düşürür. Kişilik göreli varlık düzeyindeki bir gerçekliktir. Bu nedenle gölge psikolojikken yokluk ontolojiktir, özellik belirtmeden vardır. Evet, yok’un içinde insan bilgi ve uyanıklık yoksunudur, kendini tehdit altında hisseder, emin değildir hiçbir şeyden; çünkü görmek için ışık gereklidir. Bunu kabul etmekle birlikte, karanlık/gölge/yokluk ile bunları bünyesinde barındıran varlığın ikiliğinden söz etmek doğru olmaz, varlık hep ve tam varolmak ister. Bunu içindeki yokluğu – ki bu göreli bir yokluktu – göreli bir varlığa büründürerek yapabilir. Bu, hem insanın yaratma eyleminin kaçınılmazlığını –her şeye dönük merak ve yaratma eylemini, çünkü sadece “ben” değil “her şey” göreli bir yokluk taşır – görmemizi sağlar hem de üstünde durmak istediğim öykülemenin bu durumla ilişkisinin ne olduğunu sormamıza imkân verir.

   

Yokluk’u varlığa çıkarmanın aracı “hayal”dir; “çünkü hayal bağlama vasıtasıdır. (…) Manaları cisimlere kaynaştırmak hayalin işidir.”[6] Hayal görünür kılarak yaklaştırır. Bu da elbette göreli ve taklide bağlı bir yaratma olacaktır. O halde şu an için sadece yaratma eyleminin unsurlarından biri olarak hayal’i, dolayısıyla rüyayı belirlemiş olalım. İkinci olarak göreli yokluk, göreli varlığa ilişmiş olmakla birlikte dilsiz ve sözsüzdür; göreli varlık üzerindeki tesiri duyumsanabilir; ancak bir ses’e sahip olmadığını biliyorum. O her türlü ses’i, her türlü konuşmayı sessizlikle karşılayandır, susan ve sürekli susarak hem sürekli konuşanı kuşkulu kılan hem de benzer şekilde sürekli susarak kendini kuşkulu kılandır. Göreli varlığın ses sahibi kılmak istediği, göreli varlığa çevirmek istediği, hayalle cisimleştirdiği, ona bir rüya giydirdiği göreli yokluk; ses’i olanı ses sahibi olmaya, güçlü ve kuşatıcı bir ses sahibi olmaya zorlar ki bu da yaratma eyleminin ikinci unsuru olsun. O halde yokluk, hayalimle cisimlendirilip nefesimle sese büründürülecektir. Böyle dediğimizde öykülemenin iki anlamda ele alınabileceğini de söyleyebiliriz: a) yokluğun cisimlenmesi için rüya görmek b) rüyanın tabir edilmeyi kaçınılmaz kılabileceği için de görülen rüyanın tabiri olmak. İlki daha temel bir gereksinime var kılma/var olmaya dayanırken ikincisi aydınlık kılma çabasına bağlanıyor.  

     

II

 

Dilin ses olarak hep kendini öne çıkardığını görürüz. Dilin bu yürekliliği[7] yokluk’a karşıdır ve onu göreli varlığa çekmek, konuşturmak, bilmek ve tanımak içindir. Şu sorulabilir burada, bilmek ve tanımak niçin gereksin? Yaratma zorunluluktur ve sözünü ettiğimiz eylemler yaratmanın ya aracı ya da birer unsurudur. Yaratmak varlığı, hayatı ve güzelliği selamlamaktır. Dil ses olarak sürekli işler, var eder. Bu sürekliliğin dışına taşma anları, işte bizi ilgilendiren yönü budur. Günlük konuşmalar içinde ses, kelimeler olarak ‘hayal’le doludur, bir netliğe ve donukluğa sahiptir. Ses zamanla kendini bir hayale, kavrama bürür, sabitlenir. Artık yaratma durmuştur. Oysa bir ninni, masal ya da türkü, sesi geri çağırmak ister, sanki dilsiz olan ve varlıkta(her şeyde) içkin bulunan göreli yokluk dile gelmiş gibidir. “Az iken uz iken/ anam evde kız iken” sözleri bir şey söylemez, ses ile söylenilen bu durumda aynıdır. Dil değil ses içindir bu. Çocuğun esenlikte olduğunu hissettiren de bu sestir.Yeniden ve yeniden dile getirmek isteriz, yok’a düşmemek, onu var etmek için. Sesimiz ise buna güç yetirebilmelidir. Hatta onu/yeterli bir sesi talep ederiz.[8] Güneş altında söylenmedik söz yoktur belki; fakat duyulmadık ses kalmıştır.

 

III

 

“Hep esrik olmalı insan” diyor, Baudelaire ve “Neyle?” diye sorarak devam ediyor: “İster şarapla, ister şiirle, ister erdemle, bu sizin bileceğiniz iş. Ama kendinizden geçin.”[9] İnsan kendinden geçtiğinde, kendine yayılır. Yokluğunu da kuşatır. Bu varlık durumu (vücud kelimesindeki vecd’i görerek) vecd anıdır; ama kişi yalnızca kendine yayılmış, kendini kuşatmıştır; yani aşmak söz konusu değildir. Ve vecd yalnızca neşe değildir, kederi/hüznü de içerir; neşede ve hüzünde tam olmak vecd’dir. Dilin ses yönü, vecdin dilidir. Tam da burada Barak Baba Risalesi’nden bir alıntıyla bu tür bir dile örnek verelim: “…Ulu Tangrılardan ferman, fermandan deniz diller, süt göller, bal ırmaklar, hanlar, vezirler. Yedi deniz, yedi deniz ortasında bir aydın gevher, ol aydın gevherin yöresinde yetmiş bin dağ, ol dağda aslanlar, kaplanlar, imalar, geyikler, böriler, ayılar, çakallar… Heyhat-a heyhat. Saltuk Ata, miskin Barak. Erenler aydur: Biz yürürken düş görürüz. Düşümüzü neye yorarız? Hayra yorarır. Kaba kaba arifeler, ulu ulu bayramlar. Ulay ulay lonbay lonb. Bismillah.”[10] Bu dil tutarsız ve anlamsız görünür, çünkü bir hayali değil bir sesi, bir hâli taklit eder, soyuttur, abartılıdır. Sadece ses olmak ister, sesle yaratmak ister. Böyle derken gelenek içerisinde alegorilerle işleyen bu özelliklere sahip söyleyişleri tekerlemelerle eşitlemek istemem; ancak ortaklık vardır, masal tekerlemelerinde gördüğümüz, gittikçe mekanikleşen dile getirişler ile şathiyeler aynı soyutluktadırlar. Ne var ki ilki artık yorum dışıdır ve sadece sestir. Yok ile var arasındaki salınımdır.

 

İçinde bulunduğumuz, karşımıza çıkan, ezici gücünü hissettiğimiz varoluşun bize dönük açmazlarını(aporia), mutlak anlamda çözemeyiz. Bahsettiğim ses, müziğe ait ya da dile ait bu ses, yok ile var’ın, zamana ait çıkışsızlıkların, tüm katılığıyla uyuşmaz görünen farklılıkların üstünedir. Dil’in dilden, sözden uzaklaştırılması, bu azadelik, deneyimin, derin duyuşun sesidir. Bu nedenle vecdin dili (bu ses) apophatik[11] özellikleriyle sorunu çözmez ve öykülenen ne olursa olsun sunumun şiir olan (esrik ve derin olan) yönü (sesi) bizi burada bulunduran, kuşatan giz’i, varlığın içkin olduğu göreli yokluğu; göreli varlığın ise kargaşa olarak algıladığı durumu anlamlı kılar.[12] 

 

Dilin icrasıyla ses, sesin evreniyle de deneyimin, yok’la buluşmanın, onu dile getirmenin imkânına kavuşuruz. Deneyimin dili ise kuşkuları gidermek yerine çoğaltabilir. Söylenenlerden kuşku duyarız; çünkü bunlar deneyimlerimizin anlamıyla örtüşmezler. O halde eğer ses olarak dili, vecdin ve biricik deneyimin dilini anlamak mutlaka paralel deneyimleri gerektirecektir.

 

IV

 

Mutsuzluk Fotoğrafları[13] romanı, “Uyandığında mutluydu. Gerçek hiçbir zaman bir düş kadar cömert olamaz.” Cümleleriyle başlıyor. Buradaki “uyanmak” ilk bakışta düşün dışına çıkmak anlamındadır. Uyku ve düş bitmiştir. Bu nedenle bir mukayese olanağı doğar: Gerçek düş kadar cömert değil. İlk bakışta dedik, oysa öykülemeye açılan bu giriş, daha derin bir düşe dalmaktır. Anımsamalarla süren öykülemede (iç içe geçen rüyalar demeliyiz), bu zihnin her kendine yönelişinde, daha açık söylersek kişisel geçmişe (anlatıcının öznelliği öykülemeyle kamusallaşır, “o” bütün kişilerin gösterenidir) dönme iradesinde, başkalarına dönük olmayan ama mutlaka başkalarının da hesaba katıldığı düş ve onun yorumu/rüya ve tabir başlar. Düşten uyanmak, dünyaya, yeryüzüne inmek, orada varlığa –ki katı, net, müşahhas, dolayısıyla indirgenmiş, olağan hâle– gözlerini açmaktır ve bir memnuniyetsizlik, yadırgamayla başlar. Çünkü rüyanın önümüze serdiği hayal perdesi, oradaki bakış ve görüş açısı uyanık kişinin yok’u ve var’ı, bunların karşıtlık kurmayan ayrımını kavramasını sağlar. Ayrıca düşten uyanmak, sazlık’tan, ilk yurttan, anneden ve ev’den uzak düşmektir; tekinsizliğe gözlerini açmaktır. Son olarak ben’de içkin olan yok’u hissetmek ve bu göreli yokluktan ayrılmaktır. Yaratmanın hem gereci hem de motivi olan bu yok’luk, tekrar göreli varlık seviyesinde duyumsanmak isteyecektir. Hayal, düşle canlandırmak için yola çıkacaktır. Öyleyse “uyanmak” yok’u fark etmek, onu var kılmak için uyanık düşe dalmaktır.

 

“Mutluydu.” Öykülemenin geçmişe dönük vurgusu bizi yanıltmasın: o şimdi mutludur. Çünkü fark etmek, bilmek ve bulmaktır. Böylesi anlar vecd(=bulmak) ve esrime anlarıdır. O halde öyküleme bu anla başlayacaktır. Başlamak zorundadır; çünkü eğer bir ses sahibi kılınmazsa bu an yitip gidecektir, yani bir sesle yaratmaya girişilmezse. “Tadını çıkarırken tüketeceğinden korktuğu böyle anların, kısa tutulacak kadar değerli olduğuna kuvvetle inanıyordu.” Cümledeki ‘tadını çıkarmak’ ile korku konusundaki bilinçliliğe dikkat etmeli. Esrik anların oyalayıcı zevki (tadını çıkarmak), başka bir mertebe hakkındaki seziş/inanış (yaratma zorunluluğu, göreli varlığı aşma ya da emin kılma) ile bunların bilinçliliği –dalıp gitmeye, bir oburluğa, oyalayıcı ve fakat geçici zevkin oburluğuna, çünkü geçiciliğini sürekli saklamak için oburca tüketecektir, zevkin/vecdin benzeri, zorlaması ve farklı düzeylerde taklidine dönüşerek gerçekleşecek oburluğuna karşı- bir korkuyu ortaya çıkaracaktır. Ben buradaki korkuyu zorunlu bir çağrının izi olarak okuyorum. Ferit de neyin ustası olduğunu biliyordu (zamanı tanımakla ilgili ustalık) ve “ustası olduğu işi yapmalıydı: Sadece o anı hatırlamakla yetinmeliydi.” Şu açıklamayı yapmam gerekiyor: Benim söylediğim, öykülemenin sözünü ettiği şey değil(hatırlanan neyse o değil), öyküleme aracılığıyla gerçekte var kıldığımız şeyden söz ediyorum. Daha açık söylersem, öykülemede söylenen,  anımsamalarla ortaya çıkan, öykülemenin içeriğini oluşturan geçmişin şimdiye doğru amansız hareketi sadece dil düzeyinde, yaptığım ayrımda ise göreli varlık düzeyinde konuşmanın, tartışmanın konusudur. Öykülemede geçmiş zamanın ağırlığının, sürekli dönüşlerin, yarım kalmışlığın doğru şekilde anlaşılması için bu açıklama zorunludur. Üstünde durduğum ise, ses olarak ya da bir dil icrası olarak ortaya çıkan öykülemenin göreli yokluğu –geçmiş zamana dönüklük, düş, anımsama bundan kaynaklanıyor- varlık düzeyine çıkarma girişimidir. Ortaya koymaya çalıştığım haliyle bir etkinlik –düş ve yaratma- olarak genel ve tek bir yorum yaptığım görülecektir: yaratarak olmak. Bu her öykü için geçerli değildir elbette, kimi öyküler saf bir düş iken kimileri yalnızca başkalarının düşlerinin yorumudur; kimi öyküler ise düştür ve aynı zamanda yorumdur. Konumuz için seçtiğimiz Mutsuzluk Fotoğrafları’nın yorumladığı ve gördüğü düş ele aldığım konuyla birebir örtüşmektedir. Devam edelim.

 

İlk bölüm, mutlu anla başlıyor, evin kapısının “beyaz kartona karakalemle yapılmış, karşı duvarda asılı resmin üstüne” kapatılmasıyla bitiyor. (Eve tekrar döndüğümde kendimi orada bulmak isterim, dercesine). Hatırlayışlar, düşe dalmalar, hayal perdesindeki bu yolculuk “mutlu bir anla/ aydınlık bir sokakta” yani ışık ve vecd anlarıyla başlar ve en az sekiz defa yinelenir. Bu hatırlayışlar zamanın bilinen akışında, düzenli değildir, öyle de sunulmazlar. Burada karşımıza başka bir konu çıkıyor: Fethi hiçbir şeyi tamamlamamış, bilerek eksik bırakmıştır. Daha doğrusu her koşulda eksik ve yarım kaldığını görmüştür (göreli yok’luğun izi). Bu yüzden geçmiş zamanın ağırlığı hissedilir. [Geçmiş zaman an’dan(sürekli olandan, oluştan) başkası değildir, geçmişte kalan, tamamlanmamış olan her şey bizi ‘bir vardım bir yoktum’ tekerlemesinin işaret ettiği ‘hayal içindesin’ ‘bir düştesin’ düşüncesine vardırır ve bu düşüncenin kavrayışımıza çıkardığı göreli yokluk, yani sözü edilen eylemlerin asıl kaynağı, bir etkinliğin, yaratma eylemenin hem olanağı hem de mekânı olur. Her insanın bu yoklukla temas anlarının olduğu söylenebilir, ne var ki ‘olmak(göreli yokluğu var kılarak kendini bilmek/tanımak)’ konusunda herkes yeterince cesur değildir. Aşağıdaki pasaj yukarıdaki ve bu son açıklamaların ışığı altında okunabilir.]

 

“Bir akşam karanlığında gizlice sızdıkları bir bahçede, nereden geldiğini anlayamadıkları kalın bir erkek sesini duymalarıyla, üşüştükleri ağaçtan o korkuyla apar topar inip, koyunlarına doldurdukları armutları döke saça kaçışmalarını hatırladığında dudağına yayılan tebessüm iyice belli oluyordu. (Bu tebessüm, yok’ta olanı hayalle ortaya çıkarmanın zevkidir, neşesidir. İnsan bir yönüyle hep yoklukta olduğuna göre bu anlar hayat sürdükçe sürecektir. Bu nedenle):

 

‘Ömrümüz hatırlamakla geçiyor.’

‘Ömrün hatırlamakla geçiyor’ dedi Rıza.

 

(Rıza, yoklukla temas kurmak istemez, bunun sebepleri yaşamında her şeyi eksiksiz ve tam zamanında yapması olarak yorumlanacaktır. Oysa yokluk açıkça ortadadır, ‘tamamlanmış’ gibi bir hayat sürdüğünü sanmak, yokluk konusundaki girişimsizlik sıradan ve olağan olandır)

 

Fethi’nin yüzüne bakmadan, onunla değil de kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti:

 

‘İnsanın geride bıraktıklarını arada bir hatırlaması ya da özlemesi tabiidir, ama seninki bundan öte bir şey.’

 

‘Yalnız geleceği mi düşünmeli?’

‘Hayır. Fakat ne şairin dediği gibi, gelecek için yapılan planlar gönül için bela tuzağıdır denilebilir, ne geçmiş bir düş dünyası olarak görülebilir. Her ikisi de fazla abartılı değil mi?

‘Zaman bir bütündür.’

‘Bütündür, bütündür de aslolan da hâldir’ diye tamamladı Rıza. Söylediklerinden emin görünüyordu.

 

(Rıza’nın “arada bir hatırlama” konusundaki bakış açısı ciddiyetsizlik, dönüşüm için cesur olamamaktır, ayrıca ‘nostalji’dir. [‘Bu nostalji geri dönüşsüz, zaman içinde donmuş ve bu haliyle imajla eşitlenmiş bir tamlıkla’ ilgilidir.[14] Hayat stilize edilmiştir, ara ara yanılsamayı –‘sen sensin’ yanılsamasını- mümkün hâle getirmek için ‘arada bir hatırlama’ bu korkak nostalji sürer.] Bunun yanında Fethi’nin sözleri zaman tarafından kuşatılmıştır, şimdinin yüklerini[‘canlı uyumsuzluk/kargaşa’] bırakıp, geçmişin yükleriyle –ki geçmiş kurgulamaya elverişlidir- ‘hâl’i hiçe indirmektedir. Bu yüzden yukarıda ses olarak öyküleme ile öykülemenin söylediklerini birbirinden ayırmıştım.)

 

Fethi, Rıza için böyle konuşmanın kolay olduğunu düşündü. Çünkü o, hiçbir durağı kaçırmadan yaşayabilen bir muvakkıta benzetilebilirdi. İnsanların önceden yaşayıp tespit ettikleri ve çoğu insanın asla atlamadığı, hattâ atlamayı bile düşünmediği belirli evreler vardı ki bunlara, hayatın içindeki bir durak olarak bakılırsa, Rıza bu durakların hepsinde, yani şimdiye kadar karşılaştıklarında, neredeyse hiç beklemeden hayat trenine –bir sonraki durakta bir öncekine göre lokomotife daha yakın bir kompartımana binmek suretiyle- tekrar tekrar yetişmişti”    

 

(Rıza yokluk’u bilmiyor, bilemez. Bu yüzden yaratma zorunluluğunun dışındadır. Fethi ise tamamlanmamış olarak kalan yaşamın, geçen zamanın, işleyen hayalin ortaya çıkardığı yok’tan yaratmaya geçmek zorundadır. Rıza’nın anladığı tamlık yaşama konu olan her şeyi tüketmekken –bunun bir bıkkınlıktan geçerek nihilizme varması kaçınılmazdır - Fethi  için bu, yok’u varlıkla birleştirmektir.)  

 

V

 

Mutsuzluk Fotoğrafları, gerçekten de mutsuzluğun, yalnızlığın ve hüznün (=yok’un) öykülemesidir. Fakat hüznün sesini bulduğunda neşeye döndüğünü biliyoruz. Bu yüzden cümlelerin sağlamlığı(bir sayfaya yaklaşan uzunluğa vardıklarında da seçikliğinden ödün vermeyen, falsosuz dili), kelime seçimleriyle orta çıkan etki, betimlerken ki heyecan, eşyaya dönük merak(bu bir derinliğe varır elbet) ve nihayet sese dönüşen coşku belirgindir:  “…susmak yaz görmemiş kışa benzer, canım oy…”

 

Romanda anlatıcı, Fethi merkezli üçüncü kişidir, dolaylılık ve mesafe dikkate değerdir. Şaşırtıcı biçimde anlatıcı Fethi’yi çok iyi tanımakta/tanıtmakta, neredeyse birinci kişi olarak (mesafe çok kısadır bu durumda) ve başka bakımdan, Fethi’yi doğrudan konuşturmadığı için (bu durumda araya mesafe giriyor) çelişik bir şekilde aynı anda yakın ve uzak bir anlatım ortaya çıkıyor. Anlatıcı bir minyatüre bakıyor gibidir, onun açısından bu bitmiştir, okur açısından oluşmakta olan bir minyatürdür, anlatıcı bakıyor ve konuşuyor gibidir. Bunu öyle özenli yapar ki sonunda, baktığında gördüğünün, su üstündeki kendi aksi olduğu anlaşılır. Anlatıcı Fethi’yi görüyor; ama Fethi anlatıcının ‘bir vardım’daki kendisi değil ‘bir yoktum’daki, yok’taki kendisidir. Bu sebepten dolayı uzak düşmüş bir görünüm gibidir. Perspektifin değil, minyatürün iki boyutlu dünyasıdır bu. Bunun önemini bir soruyla vurgulayalım: Göreli varlığın(insanın) yaşadığı gerçekliği ihmal etmeden yok’la bir bağ kurması, hiçe düşmeden, hayatı inkâr etmeden bunu başarması mümkün müdür? Minyatür sanatının, yüzeyci ortaçağ resimlerinin bulundukları mekâna(inkâr etmekten kaçınacağımız hayat) yeni bir mekan (perspektif kurallarına uygun olarak ‘yok’u ayrı, bağımsız görmek anlamında) kurmadıklarını, böylece bulundukları mekanda(hayat içinde) anlam kazandıklarını düşündüğümüzde[15], Mutsuzluk Fotoğraflarının gölgeyi, karanlığı, yok’u ve mutsuzluğu ayrı, bağımsız bir gerçeklik olarak göstermediğini anlamış oluruz. Bu da sorumuz için her ne kadar daha genişçe bir tahlili gerektirse de bir ipucu sunmaktadır.    

 

Son olarak, Hakkı Özdemir’in gerek romanında, gerekse yazılarında (özellikle Yarım Ay yazısında “tamlığa direnen eser” “dil/söz ve ses” konuları) üstünde durduğu rüya, eski/yeni, maziye marazi düşkünlük, vehim/mümkün, romanesk arzu gibi meselelere konumun bütünlüğü bakımından değinemedim (oysa roman bunların da hesaba katılmasıyla okunmalıdır), bu nedenle bahsi geçen yazıları anmakla yetinelim.[16]                 

 

[1] Soyuttan sanki bir düşmanmış gibi söz etmek doğru değil. O indirgemez  olana sahip çıkma konusundaki yönelimimizi ortaya kor. Burada geçici bir karşıtlık kurduğum için bu şekilde anmam gerekti.

[2] Pertev Naili Boratav, Zaman Zaman İçinde, İmge yay. 2009.

[3] Saint Augustinus, İtiraflar, çev. Dominik Pamir, Kaknüs yay.  2007. İtiraflar’ın XI. Kitabı üzerine dikkate değer bir yorum için bkz. Paul Ricœur, zaman ve anlatı: bir (zaman olayörgüsü üçlü mimesis), çev. Mehmet Rifat – Sema Rifat, YKY İstanbul 2007. Ayrıca aynı konu için bkz. Zaman Kavramı (Aristoteles – Augustinus - Heiddeger),  çev. Saffet Babür, İmge Yay. 2007

[4] Asaf Halet Çelebi’nin Nûrusiyah şiirinden: “bir vardım/ bir yoktum/ ben doğdum/ selimi sâlisin köşkünde” tamamı için bkz. Bütün Şiirleri, YKY, 1998.  yazıda geçen diğer alıntı, boşluğa benler bırakmak düşüncesi ise, Adımlar başlıklı şiirinden.

[5] Bkz. Carl Gustav Jung,  Dört Arketip, çev. Zehra Aksu Yılmazer, Metis Yay. 2009. Ayrıca Anılar, Düşler, Düşünceler, çev. İris Kantemir, Can Yay. 2009. 

[6] İbnü’l Arabi, Fusùsu’l Hikem, çeviri ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yay. 2008. Yine Ekrem Demirli’nin çevirdiği yararlı bir çalışma İbnü’l Arabi Sözlüğü, Kabalcı Yay. 2005.

[7] “…lisanın(langue) belli bir yürekliliğinden, şiirsel ya da metaforik bir lisandan ayrı tutulamaz bir görünümü vardır.” Jacques Derrida, İsim Hariç, çev. Didem Eryar, Kabalcı Yay. 1999. 

[8] Yahya Kemal bir rubaisinde böyle bir talepte bulunur: “Yarab bana bir ses yaratan kudreti ver” ayrıca benzer bir ifade İ. Özel’de geçer: “Beni bir ses sahibi kıl kefarete hazırım” bunlara karşın Aşık Veysel o sesi bulduğunu yahut aldığını açıkça dile getirir: “Senden aldım bu feryadı/Bu imiş dünyanın tadı/ Bilinmezdi Veysel adı/ O sana âşık olmasaydı.” 

[9] Paris Sıkıntısı, çev. Erdoğan Aklan, Varlık Yay. 2003.

[10] Boratav, age.

[11] Olumsuz önerme, olumsuzlama, yadsıma anlamlarına gelen bu terim çelişik ifade özelliğiyle daha geniş anlamda da kullanılıyor. Sözünü ettiğim dil’den ses’e geçince ifadelerin anlamdan kaçmaları, kabul etmeden, bir şey söylemeden söylemeleri, bu adla anılabilir. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay. 2000. geniş anlamlı kullanımı için Derrida’nın adı geçen eserine bakılabilir.

[12] “Yalnızca çözümün değil, sorunun kendisinin de şiirsel bir hava içinde sunulması, aporiyi yan yana gittiği anlamsızlıktan kurtarır” Paul Ricœur, age. s. 30

[13] Hakkı Özdemir, Mutsuzluk Fotoğrafları, Okur Kitaplığı 2010.

[14] Hakkı Özdemir, Yarım Ay, Dergâh dergisi, sayı: 241.

[15] Sezer Tansuğ, Resim Sanatının Tarihi s. 9-15, Remzi Kitabevi, 2006.

[16] Yazılar Dergâh dergisinde şu sırayla yayımlanmıştır: İkiz Hayaletler (Sayı: 221), Işık İçinde Güneş Yalnızlığı (224), Bir Tür Olarak Doğu-Batı Romanı ve Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (226), Olgular Dışında, Metinler İçinde; Tarih ve Roman (229), Her Donkişot’a Bir Sanço Gerek (232), Gerçeklik, Gerçekçilik ve Tarık Buğra (238), Vehimden Mümküne İnsan ve Edebiyat (243).

 

Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi Sayı:246 Ağustos 2010